HARUN TOKAK

Ramazan çocukları

İlk görev yerim küçük bir kasabaydı.

Liseden mezun olduğum yıllar…

İçimde ilk defa gurbete çıkmanın burukluğu…

Herkes size yabancı, siz herkese…

Ne insanlar ne de kasaba basıyor bağrına…

Ayrılırken sarıldıkları gibi, karşılarken sarılmazlar.

Görev yaptığım o küçük kasabaya bazen anam gelirdi.

Dünyalar benim olurdu. Sıcacık olurdu evin içi. Ana sıcaklığı dolardı içime.

Sabah kalktığımda baş ucumdadır.

Akşam eve geldiğimde, daha sokağın başında pişirdiği nefis yemek kokuları karşılardı beni.

O günlerde, soğuk dişini geçiremezdi bana.

Bir kaç gün geçince; “oğlum ben gideyim, baban köyde yalnız, mal maşat beni bekliyor” derdi.

Biraz daha kalsan anacığım, bak ne güzel duruyoruz şurada, desem de;

“gideyim oğlum, gideyim artık.”

Bir naylon çantaya doldurduğu eşyalarını eline alır, düşerdi yollara.

Otobüsün camına yüzünü dayar, yaşlı gözlerle bakarak giderdi.

Ben el sallardım. Onun elini sallayacak mecali de olmazdı.

Döndüğümde ev buza dönmüş olurdu..

Akşamları nefis yemek kokuları karşılamazdı beni. Müşfik eller okşamazdı saçlarımı.

Biz o anaların çocuklarıyız…

Anaların çocuklarını özlediği gibi, çocuklar da analarını özler.

Çocukların vatanlarını özlediği gibi vatan da çocuklarını özler.

Bu yıl Ramazan müşfik bir ana gibi geldi. İçimizi ısıttı, saçlarımızı okşadı ve gitti.

Bir başka hissettik onun gelişini.

Bir kış günü başlamıştı birlikte yolculuğumuz. Daha çocukken müşfik bir ana gibi tutmuştu elimizden.

Biz Ramazan’ın çocuklarıyız…

Yaşımız ilerlese, belimiz bükülse de, biz o Ramazanların çocuğuyuz.

Evladının yaşı ne olursa olsun ana için o hep çocuktur.

Ramazan da, yüreği yufka bir ana…

Evlatlarından beklediği hürmeti, görmezse o da incinir. Gerçi yüzümüze bir şey diyemez.

Taş basar bağrına…

Bu sene bir başkaydı Ramazan. Neden bilmiyorum! Belki bana öyle gelmiştir.

Her gece sahurda, saat 03’ü gösterirken sevgili Gürkan ve Mehmet Bey kardeşlerimizle birlikte düştük yollara.

Sancılar içersinde hastaneye gönderdiğimiz gece hariç; Gürkan Bey, her gece saat tam 3’ü gösterdiğinde farları karanlığı yırtan arabasıyla sokağın başında görünürdü.

Sakin sokak, her sahur onun arabasının sesine uyanırdı en derin uykusundan.

Her gün apartmanın kapısını açtığımızda; Ramazan Müşfik bir ana gibi kollarını açar, bağrına basardı bizi.

İçimiz ısınırdı birden.

Bizimle birlikte, program yaptığımız Üsküdar’daki Belediye kültür merkezine kadar gelirdi. Sessizce bir kenarda, öylece dururdu.

Girişte görevli gençlerin karşılamaları, tatlı bir tebessümle “Hoş geldiniz” demeleri, gece boyunca koşuşturmaları çok hoşuna giderdi.

Bir bir başını okşardı o gençlerin.

Hilal kızımızın başını bir başka okşardı.

Son sahur, onların da yüzlerinde derin bir hüzün vardı.

O ruhaniyet dolu sahur yolculuklarından aldığımız hazzı anlatamam.

Sadece biz de oluyor sanırdım;

Bir gün Polatlı’dan bir kardeşim mesaj gönderinceye kadar.

Şöyle diyordu mektubunda;

“Bu gece sahur vakti ekmek almak için sokağa çıktım.

Sahur vakti ekmek almak için bile sokağa çıkmanın ne kadar güzel olduğunu ilk defa fark ettim. Eve gelinceye kadar Van’da geçirdiğim o güzel günleri hatırladım. Sizler geldiniz aklıma. O günler ne kadar güzeldi, diye düşündüm. Sinemizde yemlediğimiz sevdadan atlara biner, nasıl da koşardık . Şimdi niye o heyecanlarımız yok, diye aklımdan geçirdim.Bir sahur vaktinin o en tatlı esintileri yüreğimin yamaçlarındaki o eski güzel günlerde diktiğim sürgünlerin uçlarını yeniden sallarken; Serhat Lisesinin genel müdürü değerli hocam Bahaddin Bey geldi aklıma. Eve gelir gelmez televizyonu açtım. Bir de ne göreyim Bahaddin Bey’le birlikte Doğu’daki o güzel günleri anlatıyorsunuz, ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. O güzel günler geldi, oturdu içime. ”

Biz ise bir ay boyunca, “ışığı yanan evler”in önünden geçerek gitmiştik program yerine. Ruhaniyet yağmurlarında sırılsıklamdık her sahur.

Evlerin camlarından ışıklar süzülürdü sokaklara.

Oruç tutan insan yüzü gibi aydınlıktı sokaklar.

Her gecenin sonuna vardığımızda Üsküdar’dan ezanlar kanatlandı göklere.

Aydınlığı devşire devşire gelen o sadalar…

Aman Allahım! Ne güzel, ne coşkulu…

Anber kokulu bir rüzgardı sanki o ezanlar.

Nasıl da doluyordu içimize.

Ya günbatımlarında…

Mahya ışıkları şavkıdığında, gün güzel gözlerini kızıla boyadığında…

Minarelerden ezanlar kanatlanırken, sofraların başında biz…

O anlarda iftarın içimize dolan mutluluğuna, mahşerin müstakbel sevinci karışıyordu.

Ramazan; evlatlarının bir bir başını okşadı.

Sofranın başında sabırla beklediğimizi görüp, sevindi.

Yüzlerimizin süzülmesinden, açlıktan sararıp solmasından, hüzünlendi.

Kendimizi, bir lokma ekmeğe hasret insanların yerine koymamızdan, onları anlamaya çalışmamızdan da belli ki çok mutlu oldu.

Başımızda ellerini gezdirirken içimize tatlı esintiler yayılıyordu. Dünyada bu kadar tatlı olursa ya Ahiret’te nasıl sonsuz bir mutluluğa dönüşeceğini düşünüp, ötelerden gelen esintilerle kendimizden geçtik.

Sahur vakti, derin uykulardan uyanırken onu yine başucumuzda bulduk.

Gözlerimizi açtığımızda, yatağımızdan doğrulup kalktığımızda, seccademizi serip namaza durduğumuzda, elimize Kur’an’ı alıp okumağa başladığımızda; nasıl da mutlu oldu.

Coşkuyla mabetlere koştuğumuzda, teravihi kılıp, selam verdiğimizde yine yanı başımızdaydı.

Güller açıyordu yüzünde.

Tebessüm ederek başımızı okşuyordu.

Yolun yarısına gelindiğinde; camilerde, televizyonlarda “elveda” sesleri yükselmeye başladı. Biz de üşümeye…

İçimizi dolduran sıcaklık gittikçe azalıyordu. Önüne geçilmez bir titreme tuttu bizi.

Her gün sokak ortasında, soğukta; sırtından bir kat elbisesi daha soyulan bir insan gibi üşüyorduk.

Gecenin en soğuk koylarındaydık.

Gökte ay, her gün bir parçasını daha koparıp geliyordu. Onu öyle bir yanı daha kopmuş görünce, bizim de içimizden bir parça kopuyordu.

Bir gün o beklenen son geldi.

Gurbette görev yapan evlatlarını ziyaret gelen müşfik bir ana edasıyla, geldiği gibi gitti.

Gurbette o küçük kasaba da bir başıma görev yaptığım yılları hatırladım.

Bazen o küçük kasabaya anam gelirdi.

Ev sımsıcak olurdu. Soğuk dişini geçiremezdi.

Sabah kalktığımda baş ucumda, akşam geldiğimde evin kapısında bulurdum onu.

Birkaç gün geçince; “oğlum ben gideyim baban, kardeşlerin köyde yalnız, mal maşat beni bekliyor” derdi.

“Biraz daha kalsan anacığım” demenin hiçbir faydası olmazdı. Bir iç çeker, bir

naylon çantaya doldurduğu eşyalarını eline alır, düşerdi yollara. Otobüsün camına yüzünü dayar, yaşlı gözlerle bakarak giderdi.

Bakar kalırdım otobüsün arkasından.

Ve Ramazan, durmadan bizden uzaklaşıyor.

Gittikçe gözlerden kayboluyor.

Pılısını pırtısını toplamış ışıktan tepelere doğru tırmanıyor…

Evlatlarından aldıklarını nurdan bohçalara sarmış, sırtlamış gidiyor…

Kızıl atına binmiş yeni ufuklara koşuyor…

O geriye dönüp dönüp bize bakıyor…

Biz onu gamlı gözlerle gözlüyoruz.

Gözlerimizde kayboluncaya dek…

Analar çocuklarını özlediği gibi, çocuklar da analarını özler.

Özlemese gelir mi?

Gelecek Ağustos’u bekleyeceğiz.

Hilal dudakları gülen ayı görünce…

Bir ana, bir Ağustos sıcaklığı gibi dolacak yine içimize.

Biz o anaların, biz o Ramazanların çocuklarıyız.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.