HARUN TOKAK

Vur Ferhat Kazmayı

Rahmetli babam okuyamadığına çok üzülürdü. Uşak’ta İmam-Hatip Okulu açıldığını duyunca ağabeyimle birlikte elimizden tutup bizi okula yazdırdığı gün, yüzündeki mutluluğu hala hatırlarım.

Sanki yıllarca içinde sakladığı bir özleme kavuşmuş gibi; “ben okuyamadım bari siz okuyun” demişti.

Hatırladığım kadarıyla 1969 genel seçimleri öncesiydi. Uşak’ta Bedesten’in koridorunda rahmetli babamla birlikte yürürken bir adamla karşılaştık. Belli ki tanışıyorlardı. Konuşma sırasında adam; “Bu sefer oylar bizim partiye” dedi. Rahmetli babam; “Yok öyle şey, ben samanlıkta Kur’an öğrenirken basıldığımda sırtıma yediğim kırbaçların acısını unutmadım daha” dedi.

Yeteri kadar Kur’an öğrenemediğine çok üzülürdü.

Sesi çok güzeldi.

Ömründe sadece bir iki kez bize türkü söylediğini hatırlıyorum. Köydeki toprak evde gaz lambasının loş ışığında Kerem ile Aslı’nın türküsünü ilkin ondan dinlemiş ve çok duygulanmıştım.

O yanık türküyü hala hatırlarım. Aslı ile Kerem’in sonunda evlendiklerini, bir keşiş olan Aslı’nın babasının büyü yaptığı için Kerem evlendiği gece Aslı’nın üzerindeki elbiseyi çıkarmak için ne kadar uğraştıysa da, çözdüğü düğmelerin yeniden bir bir düğmelendiğini, iyice yorulan ve çaresizleşen Kerem’in çektiği bir “ah” ile ağzından yayılan ateşle yanmaya başladığını, o türküden öğrenmiştim.

Aslı kadar soylu ve güzel ülkemiz, ne zaman eski görkemli günlerine dönmek, biraz doğrulmak, şöyle bir kalkmak istese, Aslı’nın elbisesi gibi her on yılda bir darbelerle baştan başa yeniden düğmeleniyor, sarılıyor, sarmalanıyor, sırtındaki elbise bir türlü çıkarılamıyordu. Birkaç düğmesi çözülse bile yeniden ilikleniyordu.

Onu eski sevdalarına kavuşturmak isteyen başbakanlar, bakanlar asılıyor, yeni dirilişin fidanlarına can suyu vermek isteyen nice merhamet pınarları bir bir kurutuluyordu.

Hafta içinde, Faruk Nafiz Çamlıbel’in, ‘gidiyorum gurbeti gönlümde duya’ dediği Orta Anadolu yollarındaydım. Çorum, Amasya, Tokat, Sivas hattında gittik geldik. . Ferhat ile Şirin’in Amasya’sına ilk gidişimdi. Abdest alıp kıbleye doğru yönelmiş, sırtını Harşena Dağlarına dayamış bir derviş gibi duruyordu şehir. Ferhat’ın kayalara indirdiği kazma sesleri yankılanıyordu karşı dağlarda. Yıllardır yüreğimde özlem gülleri ektiğim, efsaneleri ve türkülerini dinledikçe “bir gün mutlaka sana geleceğim” dediğim bu şirin şehrin caddelerinde sokaklarında seçim otobüslerinden yayılan sesler yükseliyordu.

Amasya elması, kirazı, şeftalisiyle meşhur olduğu kadar efsaneleri ile de meşhur bir şehrimiz. Güzelliğinin göreni yakıp kül edeceğine inanıldığı için hiçbir yiğidin, yüzündeki peçeyi açmaya cesaret edemediği “Güzelce Kız” ve sürüsüyle birlikte orman olan Serçoban efsaneleri hala dillerde dolanıyor. Ağaçları kutsal kabul edildiği için dokunulmayan küçük bir tepede yatan Serçoban’ın türbesine uğradığımızda, başucunda yaşlı bir kadın yanık sesiyle Ayete’l- Kürsi okuyordu. Kur’an okuduktan sonra ellerini açarak; “Allah’ım! Sen her şeye kadirsin, her derdin dermanı sendedir” diye dualar etti. Biz de “amin” dedik.

Ferhat’ın kayalara vurduğu kazma seslerinin peşine düşerek bu gün hala Ferhat dağı diye anılan dağlara doğru gittik. Şirinin sevdası uğruna kayalara vurulan kazmaların sevdalı izlerinde yürüdük. Amasya’nın sularına, bağlarına, bahçelerine, başını alıp giden Yeşilırmak’ına sevdaları sinen

Ferhat ile Şirini bir de Amasyalı dostlarımızdan dinledik.

Ferhat, nakkaşlık yapan, Şirin’e sevdalı yiğit bir delikanlıdır. Amasya Sultanı Mehmene Banu’ya, kız kardeşi Şirin için, dünürcü gönderir. Sultan; Şirin’i vermek istemediği için olmayacak bir iş ister delikanlıdan. ” Şehir’e suyu getir, Şirin’i vereyim” der.

Su, Şahinkaya’sı denen uzak mı uzak bir yerdedir. Ferhat alır kazmayı, külüngü ve Şahinkaya’nın yolunu tutar. Kayaların böğrüne böğrüne indirdiği darbe sesleri ile inler dağlar. Kayalar yarılır, yol verir suya.

Zaman geçtikçe açılan kayalardan gelen suyun sesi işitilir sanki şehirde. Mehmene Banu, bakar ki kız kardeşi elden gidecek, sinsice planlar kurarak bir kadını Ferhat’a yollar. Sinsi kadın su kanallarını takip edip, külüngün sesini dinleyerek Ferhat’a ulaşır. Ferhat’ın dağları delen külüngünün sesi kadını korkutur korkutmasına da ama yine de; “Ne vurursun kayalara böyle hırsla, Şirin’in öldü. Bak sana helvasını getirdim” demekten kendini alamaz.

Ferhat bu sözlerle beyninden vurulmuşa döner. “Şirin yoksa dünyada yaşamak bana haramdır” der. Elindeki külüngü fırlatır havaya, külünk gelir başının üzerine bütün ağırlığıyla düşer. “Şiriiin” sesleri yankılanır kayalarda.

Ferhat’ın öldüğünü duyan Şirin, koşar kayalıklara, bakar ki Ferhat cansız yatıyor. Atar kendini kayalıklardan aşağıya. Cansız vücudu uzanır Ferhat’ın yanına. Su gelmiştir, akar bütün coşkusuyla, ama iki seven genç yoktur artık bu dünyada. İkisini de gömerler yan yana.

Bizim kuşağın diline pelesenk olan bir söz vardır. “Vur Ferhat kazmayı çoğu gitti azı kaldı.” Ruhun şad olsun büyük üstad bu günleri gördün de mi gayret verdin günümüzün Ferhatlarına.

Anadolu’nun bu şirin ve samimi şehri Amasya da, günümüzün Ferhatlarını oldukça azimli gördüm.

Ellerindeki kazmaları kayalara değil kalplere vuruyorlar. Anadolunun bu sevdalarla, efsanelerle süslü şehrinde yıllarca hasreti çekilen kahramanları görmenin sevinci doldu yüreğime.

Bir zamanlar önümüze gelen her kervana, Yusuf’un gömleğini sorar gibi sorduğumuz yiğitlerimiz ülkelerine geri dönmüş. Milletçe her darlandığımızda; “Vur Ferhat kazmayı çoğu gitti azı kaldı” sözlerine bir teselli pınarı gibi koştuğumuz o hicran dolu günleri hatırladım. İşte ‘güzel atlara binip giden güzel insanlar’ geri döndü.

Yıllardır hayallerde düşlerde görülen ışık süvarileri Yeşilırmak kıyılarında doludizgin koşuyor.

Otel odamda sabaha kadar Karadeniz’e doğru koşan nehrin coşkulu sesini dinledim durdum. Anladım ki, Şirin’in siyah gözlerine koşan Ferhat gibi, ideallerinin ufuklarına koşan bu küheylanları görünce Yeşilırmak da bir başka coşuyor. ‘Dağları bir bir delip geçen, başlarına gelenlere gülüp geçen, iki de bir durup terini silen’ Ferhatlar gördüm Amasya’da.

Bugün biz, bir zamanlar, üzerine çöken akşamın melalinden dolayı Alem-i İslam’ı koca bir kabir gibi, üzerinde oturduğu yekpare Van Kalası’nı da o koca kabrin mezar taşı gibi hayal ederek ağlayan muzdarip insanların gözyaşlarında bir neslin dirilişini görüyoruz.

Bir zamanlar, bir çukura atılan, üzerine taşlar konulan, bir de dirilir mi diye hayaller kurulan zeybeklerin bir bir dirildiğini görmenin bahar mutluluğu dolduruyor içimizi. Aslı’nın, Allah’ın kendisine bağışlaması için yıllarca küle dönmüş Kerem’in kabri başında göz yaşı döktüğü gibi, yanmış, kül olmuş bir nesil, asil insanların göz yaşlarında bir bir diriliyor.

Pırıl pırıl bir ilk yaz sabahında bu efsanelerle dolu şirin şehirden ayrılırken, caddelerde seçim otobüslerinin sesleri yükseliyordu. Uşak’da Bedesten’de “Oylar bu defa bizim partiye” diyen o adama rahmetli babamın hiç unutmadığım sözlerini hatırladım yine. “Yok öyle şey, ben samanlıkta Kur’an öğrenirken basıldığımda sırtıma yediğim kırbaçların acısını unutmadım daha.”

“Kazmayı kayalara değil kalplere vur ey Ferhat!”

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.