HARUN TOKAK

Hey on beşli

Tokat’ta serin bir ilkyaz gecesi. Gülbahar Hatun Camii’nin ruhaniyetine sığınmış olan tarihi Sedir Han’da Tokat’ın yiğit yüzlü dostlarıyla birlikte oturuyoruz.

1920’li yıllara ait büyük resimlerde; At arabaları ve merkepleri ile Taşhan’ın önündeki Pazar yerinde öteberi satan insanlar…

Ali Paşa Camii’nin önünde sıralanmış arzuhalciler…

Mis gibi tarçınlı sahleplerin, cevizli çöreklerin, vişneli dondurmaların özenle yapıldığı sahlepci rahmetli Remzi Bey’in dükkânı taş duvarlardaki yerlerini almışlar. İlk yaz akşamının serin rüzgârları bağrımıza estikçe, tarihi hanın taş duvarlarındaki yoksulluğun duman duman tüttüğü resimlere baktıkça, semaverde çaylar buhar buhar yükseldikçe, sohbet her geçen dakika koyulaştıkça; Yozgatlı Kınalı Hasan’ın, Kastamonulu Zehra Bacı’nın, bir Tokat türküsü olan Hey On Beşli’ nin yürek yakan hikayeleri de bir bir sıraya giriyor.

Hepsinin olduğu gibi on beşli’lerden Hüseyin’le Hediye’nin hikayesi de oldukça yürek yakıcıydı…

Tokat’ın taş döşeli dar yollarından yaylı at arabalarının gelip geçtiği yıllarda yüzü kaleye bakan ahşap evlerden birinin şenliğiymiş Hediye.

Üç eteği sırma işleme, başı Tokat işi oyalı yazmalı, alımlı edalı bir körpe imiş.

Kınalı Kazova üzümlerinin toplanıp pekmez yapıldığı aylarda Tahtoba köyünün saygın Köy ağası bir babanın biricik oğlu Hüseyin’e istemişler onu.

Önce vermek istememişler. “Yaşı küçücek,” demiş anası. “Baba ekmeği yemedi doyuncaya dek.”

Bekleyeceklerini söylemiş oğlan tarafı;

Hediye ile Hüseyin’in sözleri kesilmiş.

Kış boyu kafesli pencerenin önündeki sedirde oturup yoldan geçen herkesi “Belki Hüseyin’dir” ümidiyle süzerek küçük ellerinin ak parmaklarındaki iğne ile al yazmalar, örtüler işlemiş Hediye.

İlkbaharda kiraz ağaçları tomurcuğa dururken bir haber yayılmış ortalığa. Anadolu’da ateş düşmedik ocak bırakmayan seferberlik, bu kez On Beşli’ leri istiyormuş. Şehirden şehire, köyden köye haber uçurulmuş.

Kimini Çanakkale’ye yazmışlar, kimini Filistin’e, kimini Yemen’e. Arkalarından maşrapalarla su dökmüşler On Beşli’lerin. Yavuklular, yanaklarından süzülen gözyaşlarını yazmalarının ucundaki gül oyalarına silmişler. İçlerindeki yangını Türkü yapıp, yiğitlerin ardından ağıt yakmışlar.

“Hey on beşli on beşli

Tokat yolları taşlı

On beşliler gidiyor

Kızların gözü yaşlı”

Tahtoba köyünden bölüğe çağrılan gençlerin arasında Beyoğlu Hüseyin de varmış.

Hüseyin, Örtmeliönü’ndeki ahşap konağın kapısını çalmış önce. Hediye’nin ana babasının elini öpmüş; göz ucuyla utançtan yüzü kızaran Hediye’ye bakarak, helallik dileyip ayrılmış. Ayrılmış ayrılmasına da gönlü o ahşap konakta kalmış, başını çevirip çevirip ardına bakıp durmuş;

“Sevdiğim pek küçücek

Koyup da gidemiyom” demiş.

Dualarla uğurladıkları delikanlılarının bir bir toprağa düştüğü haberini alan kara bahtlı analar, kara çatkılı yavuklular, dul kalan tazeler maşrapalarla su döküp ıslattıkları kapı önlerini gözyaşlarıyla ıslatmışlar.

Memlekette ateş düşmedik ocak kalmamış.

Eli yüreğinde uyanmış her sabah Hediye.

“Şu çıplak dağların ardına gitsem bulur muyum Hüseyni mi, çok mu uzaktı bu Yemen dedikleri?” deyip durmuş.

Seneler geçmiş, dönen olmamış Yemen’den.

Evler erkeksiz kalmış.

Dağlarda eşkıyalar peydahlanmış. Hükümet baş edemiyormuş artık onlarla.

Para eder her şeyi topluyor, cepheye gitmiş yiğidinin yasını tutan taze gelinleri dağa kaldırıyormuş eşkıyalar.

Hediye’nin anasıyla babası utana sıkıla açmışlar korkularını kızlarına.

“Kara yazgılı kızım, biliriz beklediğin var ama işte seneler geçti. Dört kış, dört yaz bitti bir haber yok Hüseyin’den, kim gitti de geri geldi ki Yemen ilinden. Biz yaşlandık, gayri senin namusunu koruyamayız. Yazma ustası Emin Efendi sana talip oluyor. Erkeğin yaşlısı olmaz. Emin Efendi zengin bir tüccardır. Oğlu uşağı yok, koca evde bir fidai başın olacak. Git evini ocağını kur. Yuvanı bil sen de.” Demişler.

Bahtsız Hediye yaşın yaşın ağlayarak çıkarmış parmağındaki yüzüğünü.

Küçücük kınalı elleriyle silmiş gözyaşlarını. Yüzünü birkaç kez görüp yüreğine nakşettiği Hüseyin’in yasını tutmasına fırsat olmadan, sırma işlemeli al bindallı giymeden yeni evine girmiş.

Son güne kadar Hüseyin’inden haber alma ümidiyle beklemiş durmuş;

“Gidiyom işte ben de

Bir arzum kaldı sende”

“Hayalde gör, düşte gör hele bir de düş de gör” demiş ya eskiler. İnsanın işi bir kez ters gitmeye görsün.

Evlendikleri yıl Emin Efendi , Hakka yürümüş.

Bahtsız Hediye daha on yedisini doldurmadan bir başına kalsa da

“Yuvamı bırakıp baba evine dönsem ne yapacağım” diyerek, iyi kötü benimsemiş yeni hayatını.

Ay karanlık bir gecede koca evin çift kanatlı kapısının önüne dayanmış eşkıyalar. İçeri dalmışlar azgın kurtlar gibi. Sepet sandık dağıtmışlar, feryadına kulak vermeyip sırtlamışlar Hediye’yi.

Hoyrat eller dağdan dağa dolaştırmış bahtsız tazeyi.

Bir gün, tan yeri kırmızı bir utançla kızarırken Takyeciler Camii’nde sabah namazından çıkan yaşlılar kaldırıma bırakılmış bir kadın bulmuşlar.

“Tokat yolu kaldırım, düştüm beni kaldırın” diye yalvarmış Hediye. Dönüp bakan olmamış.

Hüseyin dağ-taşın çiçeğe büründüğü bir bahar başında çıkıp gelmiş köyüne.

Beyaz badanalı bahçe duvarının önünde yabancı bir erkeği görünce yaşmaklanacak olmuş anası.

Sonra sekiz yıldır ağlaya ağlaya ferini tükettiği gözlerinden değil de yüreğiyle tanımış oğlunu.

Beklemiş Hüseyin. Susup beklemiş birilerinin Hediye’den söz etmesini beklemiş. Ne anası, ne bacısı adını anmamış gelinlerinin.

Dayanamamış sonunda;

“Ana, Hediye’m nasıl?” demiş.”Hediye’yi sorma oğul. Kız kısmı bunca sene durur mu? Uçurdular yuvadan onu” demiş anası.

Sabah Tokat’a giden bir at arabasına atlayıp Örtmeliönü’ne gelmiş Hüseyin.

Bahçesindeki kirazların çiçek açtığı ahşap evin bakır kapısının halkasını vurmuş elleri titreyerek, ses veren olmamış.

Karşı evin penceresinden biri seslenmiş;

“Onlar buradan ayrılalı çok oldu”

“Ya Hediye?”

“Hediye’ye ne olduğunu bilmeyen mi var Tokat’ta. Ana babası utancından terk etti buraları. Hediye de alıp başını gitti. Hatta giderken söylediği sözler dillerde;

“Gidiyom elinizden

Kurtulam dilinizden

Yeşil baş ördek olsam

Su içmem gölünüzden”

Can alıcı kurşunlara uğradığında bu kadar yıkılmamış Hüseyin.

Yedi düvel düşmanın yıkamadığı yiğitin omuzları düşmüş.

Almış başını gitmiş Hüseyin. Hediye gibi onun da o gün bu gün nereye gittiğini bilen olmamış.

Buhar buhar kaynayan semaver, cepeheye yiğit taşıyan kara tren gibi taş duvarlarda duman duman yol alıyordu.

Tarihi Sedir Handa Tokat kahramanlarıyla Anadolu türküleri kadar hüzünlü ve güzel bir gece geçirmiştik.

Gece geç vakit olmuştu.

Kalktık.

Herkes evine, oteline döndü.

Bense aldım başımı gezdim sokak sokak.

O gece anladım yeşilbaşlı ördekler neden su içmez Tokat’ın pırıltılı derelerinden?

O gece anladım. Bereketli elleriyle kızgın saç üzerinde çökelekli gözleme yapan reyhan kokulu Türkmen kadınlarının yanık sesiyle söylediği bu türkünün bir oyun havası olmadığını.

O gece anladım bu türkünün dünyanın yedi köşesinde gök ekin misali biçilen On Beşli’lerin yası olduğunu.

O gece anladım namuslu bir kadın olan Hediye’nin, Haç Dağı’nda yatan kırk kızlar kadar masum ve meçhul olduğunu.

Ve o gece anladım. Bu günlerde dünyanın dört bir yanından Türkçe bayramına gelen bahar çiçeklerinin yad ellerde yatan taze yiğitlerin yürek yangınlarında açtığını.

Kara küheylanını aydınlığa süren bir ışık süvarisi gibi sabaha doğru koşarken gece, ben de döndüm, eli böğründe beni bekleyen öğretmen evine.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.