“Seni duyduk dün gece”
Bir Şubat gecesi… Dışarısı dize kadar kar… Bıçak gibi soğuk kesmektedir Üsküdar… Ailesine: “Aşkımın bedeli bu yaşananlar. Sizler sakın üzülmeyiniz. Aşk, ızdırapsız olmaz. Size acı vermeye hakkım yok. Bu ev ve içindekiler size kalsın, onun aşkı bana yeter” diyerek ceketini alır ve ayrılır, sıcak yuvasından.
“Dahilek* Ya Rasulallah” sözleri lav gibi fışkırır dudaklarından.
Üsküdar’ın Selamsız Yokuşu’ndan iskeleye iner. Sabah ezanına kadar o soğukta sokaklarda ve sahilde sürüklenir
* * *
Gazeteyi açıyorum. Bir reklama mıhlanıyor gözlerim.
Sanki bir çağrı, bir davet gibiydi:
Bir gülün kokusunda seni duyduk dün gece…
Esası “Bir gülün kokusunda seni duydum dün gece” olmalı, diyorum. Sonra alttaki seçkin sanatçıların isimlerini okuyunca “espriyi” anlıyorum.
Koro halinde sesleniyorlardı güllerin efendisine :
“Bir gülün kokusunda seni duyduk dün gece”
CD’yi alıp dinliyorum… Dinleniyorum. Nefesleniyorum. Hepsi birbirinden güzel on bir eser. Ülkemin sanatçılarına da bu yaraşır diyorum.
Muazzez Ersoy, “Dün Gece”yi enfes sesiyle yorumluyor, yüreğinden okuyor, yüreklere dokunuyor :
Bu bahçeler onundur, bazen uğrar dediler,
Ötelerden kokularla geldin sandım dün gece.
Bir gece Güller Gül’ünü gören 13 yaşlarında bir kızımız,
“Ya Rasulallah ben bu ilahiyi çok seviyorum” diyor.
“Ben de çok seviyorum. Bunun okunduğu her yerde ben mutlaka bulunurum ve dinlerim.” buyuruyorlar.
Sanatçılarımızın seslendirdiği bu eserlerin Anadolu’nun yüreğini nasıl titreteceğini düşündükçe, mutluluk hoş bir esinti gibi geziniyor içimde.
“Bu sese ne kadar da ihtiyacımız vardı” diye düşünüyorum.
Gül günleri geri geldi. Onu söylüyor besteler…İstanbul’u rengarenk süsledi çiçekler, laleler…
Bu mevsim dünya sırılsıklamdır. Rüzgarlar gül kokar, ağaçlar gül esintisidir.
* * *
Nisandır… Bahardır… Ufkumuzda gül yağmurları vardır.
Harbiye’deki Dame De Sion Fransız Lisesi’nin önünden geçerken, yıllar önce burada öğretmenlik yapan Yaman Dede düşüyor hayalime.
Güllerin Efendisi’nin aşkı, önceleri bir Ortodoks olan Yaman Dede’yi de yakmıştır,
Geldim sana kan ağlayarak, sızlayarak bak!
Ağlat beni, inlet beni, ta haşre kadar yak.
Sözleri onun aşk ateşinde sadece kalbinin değil, dilinin de nasıl yandığını gösterir.
“O (s:a:v), ufukların sultanı” diye kıpırdıyor dudaklarım.
* * *
Yaman Dede…
1887 tarihinde Talas’ta dünyaya gelir. Ortodoks bir ailenin çocuğudur. İlk adı, Diyamendi Keçeoğlu’dur. İlkokulu Ortodoks mektebinde okur.
Aşk yolculuğunu kendi dilinden dinleyelim:
“Rüştiye ikinci sınıfta ders yılının ortalarındayız. Bir gün Farsça hocamızın siyah tahtaya yazdığı birkaç beyit kalbimi tutuşturmaya yetti.
İştiyakımın derdini dökmek için benim
Ayrılıktan pare pare olmuş bir sine isterim
Mevlana
‘Mevlânâ’ ismi bana pek tatlı geldi. Okunan beyitler beni derinden sarstı. Sinemi şerha şerha yardı. O andan itibaren tatlı tatlı yanmaya başladım. Şiddetle yakan fakat anne bûsesi kadar tatlı gelen alevler iç alemimi kaplamıştı.”
Kızı ve eşi onun İslam’la şereflendiğinden habersizdir. O günleri anlatırken,
“Tam kırk yıl bazen sahursuz, bazen iftarsız oruçlar tuttum; ama ailem bunu hiç bilmedi!” der.
Talebelerinden Ahmet Kahraman, bir gün okuldan çıkarak Taksim’e doğru giderken Alman Sefareti yanındaki mescidin duvarına yaslanmış, son nefesini verir gibi bir halde görür hocasını Halsiz, mecalsiz, başı hafifçe sağ öne düşmüş, boynu bükülmüş, öylece durmaktadır. Hemen koşarak yanına gider ve: ‘Hocam, hayırdır, geçmiş olsun neyiniz var, hasta mısınız?’ der. “Baktım Hoca ağlıyor, hocam! niçin ağlıyorsunuz, başınıza bir şey mi geldi?’ dedim. Şöyle çok ince, çok tiz, çok gevrek, ipil ipil dökülen bir sesle:
‘Hayır yavrum hayır! Resulullah (s.a.s) aklıma geldiği zaman, kendimi kaybediyorum, ayakta duracak mecalim kalmıyor, ya bir yere dayanmam gerekiyor veya oturmam icap ediyor.”
1942 yılının Şubat ortaları…
Yaman Dede, adını ve dinini değiştirerek Mehmet Abdülkadir Keçeoğlu adını alır.
Üsküdar’daki evinde Müslüman olduğunu soğuk bir Şubat gecesi öğrenir, eşi ve kızı. O an “eyvah” diyerek feryat ederler.
Dönemin metropolitleri, din adamları, dinine geri dönmesi ya da eşinden boşanması konusunda baskı yaparlar. Aynı evde kalmaları imkansızdır. Eşi ve kızı bir ölümün verdiği acı kadar ıstırap duyarlar ayrılığından. Gözyaşları kurur.
Yaman Dede, zor bir karar alır.
Dışarısı dizlere kadar kardır. Bıçak gibi soğuk kesmektedir Üsküdar. Ailesine:
“Aşkımın bedeli bu yaşananlar. Sizler sakın üzülmeyiniz. Aşk, ızdırapsız olmaz. Size acı vermeye hakkım yok. Bu ev ve içindekiler size kalsın” diyerek ceketini alır ve ayrılır.
“Dahilek Ya Rasulallah !
sözleri lav gibi fışkırır volkanlaşan dudaklarından. Kararsızdır…
Altunizade Camii’ne namaza gider. Bir beşaret beklemektedir. İmamın, “Allah kullarına güç yetiremiyeceği yük yüklemez” mealindeki ayeti okumasıyla “kurtuldum” diye kendini yere atar.
Namazdan sonra Üsküdar, Selamsız Yokuşu’ndan iskeleye iner. Sabah ezanına kadar o soğukta sokaklarda ve sahilde sürüklenir.
Ortalıkta kimsecikler yoktur. İçi alev alev yanmaktadır. Boğazın buz gibi sularına dalsa bir damla su değmeyecektir yüreğinin alevlerine. Ağlasa, alevlerin üzerine gamlı gözlerinden damlalar dökse, ateşinin harı hafifleyecektir ama istemez. Yandıkça yanmak, aşk ateşinde can vermek ister. Yıllarca, yanar dağlar gibi içten içe yanmış, korla ateş yer değiştirip durmuştur. Sonunda bir volkan gibi patlamış, yanar dağ nefes almış, ferahlamıştır.
Susuz kalsam, yanan çöllerde can versem elem duymam
Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlardan nem duymam
Alevler yağsa göklerden ve ben messeylesem duymam
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasûlallah
Yaman Dede’nin; İftihar Abidemiz Efendimize (s.a.v) karşı yıllarca gönül fırınlarında yanan aşkı, lav topu kelimeler halinde Üsküdar sahillerinden, buz kesen boğazın sularına dökülüyordu.
Üsküdar’ın minarelerinde ezanlar kanatlanmaya başlamıştır göklere. Şafak yeni bir günü soluklamakta, İstanbul bu seslerle derin uykulardan uyanmaktadır.
O artık bahtiyar bir sürgündür. Bazı akşamlar,dostlarının, öğrencilerinin evlerine misafir olur.
Dostlarının tanıştırması ile ilkokul öğretmenliğinden emekli Hatice Hanım’la evlenir.
Yaman Dede, aşk yokuşlarında yorgunudur, hastadır.
Bir gün Mehmet Şevket Eygi, Fevzi Özçimi, Ali Kemal Belviran’lı gibi yakın dostları ziyaretine gelirler. Ali Kemal Bey, “Yanan kalbe devasın”ı bestelediğini söyler.
Pek memnun olur.
Misafirler koro halinde rast makamında okumaya başlarlar:
Yanan kalbe devasın sen, bulunmaz bir şifasın sen
Muazzam bir sehasın sen, dilersen rehnümasın sen
Gül açmaz çağlayan akmaz, İlâhi nurun olmazsa
Söner âlem, nefes kalmaz, felek manzûrun olmazsa
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasûlallah.
Olan olmuştur. Yorgun ve bitkin hâli gitmiş, vecd haliyle dönmeye başlamıştır. Muhtereme refikası Hatice Hanım içeri girerek: “Ne olur, lûtfedin devam etmeyin. Hastadır, yakında kalb krizi geçirdi, böyle bir hâle tahammülü yoktur.” der.
Bir daha kendini toparlayamaz. Artık çok mecalsizdir.
Yaman Dede adlı yanardağ sakinleşmiştir. Debisi yüksek aşk ırmağı yatağına çekilmiş, kararsız kasırgalar Karaca Ahmet’in sükûn ikliminde dinmiştir.
Şimdi artık geceleri yıldızlara yükselen bir yanık ses duyarsınız Karaca Ahmet’ten;
“Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasûlallah”
*Sana sığındım