HARUN TOKAK

Kış yolcuları

Kitabı karton bir kapakla göndermeye gönlü elvermedi. Onu kaplamalıydı, süslemeliydi ama nasıl, ne ile?

Etrafına uzun uzun bakındı, bir şeyler aradı, bulamadı.

Yeni evlenmişti.

Bir anda mutluluktan gözlerinin içi parladı. Çeyiz sandığına doğru yürüdü. Üzerinde özenle yığılmış yatakları indirdi. Kapağını açtı. İçlerinden kırmızıya en yakın olanını aldı. En sevdiği kumaştı. “Olsun! Değer, karton kapakla ona gönderilmez bu kitaplar” dedi. Eline makası aldı kitapların ölçüsüne göre kesti ve kapladı kitapları.

Bir gelin gibi süsledi. Sonra kocasına verdi ve “bunları ona götür,” dedi.

İstanbul Cağaloğlu’nda Mimar Sinan yadigarı Rüstem Paşa medresesinde Işık Süvarileri’nin kış yolculuğunu anlatan bir sergiyi gezdim.

“Dün ve bu gün” anlamlı fotoğraflarla gözler önüne serilmişti. Bir tarafta eski ve soluk resimlerle kış kahramanlarını gösteren, “Barla Sıddıkları”nın fotoğrafları, diğer yanda 5-10 bin kişilik salonlarda çekilmiş bahar fotoğrafları.

Bir yanda kibrit kutularına, kese kağıtlarına, kullanılmış mektup zarflarına kadar değerlendirilmiş el yazmaları, diğer yanda modern matbaalarda basılmış lüks kitaplar.

Yeni evli bir gelinin sandıkta özenle sakladığı çeyizlik kumaşlarla kapladığı kitapları görüyor gözlerimiz.

En sevdiği kumaşlarla ciltlenmiş, gül kokuları ile sarılıp sarmalanmış kitaplara dokunuyor yüreğimiz.

Duygulanıyoruz…

Sergide kış kendini bütün şiddetiyle hissettiriyor. Fotoğrafların, kağıtların, mektupların, kitapların hâsılı bütün eşyaların üzerinde kıştan derin emareler var.

En çok da “Barla Sıddıkları” duygulandırıyor insanı.

Hepi topu iki elin parmaklarını geçmiyordu sayıları.

Üstleri başları eski püskü ama bakışlarında bir bahar çağlıyordu.

Aman Allah’ım! Bu gün bütün bir dünyaya yayılan büyük davanın altında, dün bu insanlar mı vardı? Dünya kadar ağır bir yüke, nasıl dayandı o zayıf omuzlar? Gecenin soğukları göğüslerini yumruklarken, ilk ışıkları kışkırtan bu insanlar mıydı? Kışın arkasındaki baharın kokusunu nasıl almışlardı?

Şimdi karşılarında duran bahar çocuklarına nasıl da görevlerini hakkıyla yapmış olmanın huzuru içinde bakıyorlardı.

Gözlerine yeniden baktım.

Çok kararlıydılar.

Çok uzaklara bakıyorlardı.

Sanki ufkun ötesini görüyor, “Az ötede bahar var” diye haykırıyorlardı.

Ve büyük çilekeşin resminin önündeyiz.

Coşkun bir hatip gibi haykırıyor, yalnız insanları değil, dağları, denizleri sürükleyebilecek bir seda ile sesleniyordu;

“Ben kışta geldim.

Kışın gözyaşlarında gördüm baharı.

Geldiğimde gündüzler, karanlığın döl yatağındaydı.

Bir kış günü vatanımdan kopardılar beni. Elimi “Masum” bir insanın eline bağladılar.

Aylar süren bir yolculuktan sonra dağlar arasında bir kasabaya koydular.

Eski öğrencilerimin hemen hepsi Doğu Anadolu’nun karlı dağlarında vatan müdafaası uğrunda şehid olmuşlardı.

Yalnızdım…

Kimsesizdim…

Gariptim…

Ama ümitsiz değildim.

Barla’da dağlar vardı.

Bir de bağlar.

Önce dağların ve bağların nasıl canlandığını gördü gözlerim. Toprak kabarıyor, esniyor, geriniyor, bahar çocuklarını emziriyordu.

Badem ağaçları, Barla’nın bağlarını gelin alayları gibi dolduruyordu.

Karşımda Eğridir Gölü, mavinin en tatlı tonlarında titrerken; yıldızlar, berrak bir gökyüzünde tebessüm ediyordu.

İçimden ” “Bak! Allah’ın rahmet eserlerine” diye bir haykırış koptu. Ruhumun ilhamlarını yazacak ne kalem ne de kâğıt vardı.

Sonra Şamlı Hafız Tevfik, eline ne geçtiyse ona yazdı.

Çocukların el işi kâğıtları… Atılmış sigara paketleri… Kullanılmış mektup zarfları… Kese kağıtları…Kibrit kutuları…

“Bir zaman iki adam Cennet gibi güzel bir memlekete gidiyorlar” diye ilk kelimeleri yazdı. Barla sımsıcak bir yürek gibi atmaya başladı.

Ateş yurdu Barla’ya gül yağmurları yağdı.

Barla’da bir sevda vardı.

Bu sevdanın ardı belli ki bahardı.

Barla’da sıddıklar vardı.

İman hizmetinden geri kalmasın diye kocaları, sırtlarında dağlardan odun taşırdı Barla’nın kadınları.

Gece karanlıktı…

Kışın gözyaşlarında saklı bir bahar vardı.

Barla asrın iman hizmetine beşiklik etmeye başladı.

Akşam olduğunda; Barla’da ve civar köylerde sanki bayram vardı.

Gece bastırınca; ışıklar sızmasın diye önce perdeler kapanırdı.

Kalem kahramanları, yüklüklere girer, kalem tutan eller, sessiz tezgâhlar gibi işlemeye başlardı.

Kadınlar kızlar geceler boyunca kandil tutardı.

O duvarların bir dili olsa, anlatsa o kalemler nasıl şevkle yazardı?

İman tekniğe meydan okuyordu.

Bir Sav köyü vardı ki Nur fabrikası gibi çalışıyor, gecenin bağrında bin kalem birden yazıyordu.

Nur postacıları…

Sırtlarında çantalar koşardı geceleri…

Dağlar, tepeler aşılırdı.

Gecelerin bağrında koşuşan ateş böcekleri gibiydiler.

Dağları, tepeleri aşarlar, ıssız ormanları geçerlerdi.

O yollar, ormanlar bir dile gelse de anlatsa çekilen çileleri…

Gece karanlıktı…

Kışın gözyaşlarında gördüm baharı…

Barla’da dağlar vardı.

Bir de bağlar.

Ve bir de bahar.

Çam dağına gider, aylarca vahşi dağlarda kalır, kulübemi, katran ağacının dallarında kurardım.

Bazen iki üç ay yalnız geçerdi günlerim, gecelerim. Dağcılar da ayrılınca, gece dağlarda ağaçların hüzünlü hışırtıları arasında, kendimi yalnız ve garip hissederdim.

Özgür dağlarda kendimi tutsak bilirdim.

Yıldızlarla söyleşirdim yarınları.

Yıldızlar ağlardı halime benim.

Ve ben derdimi yıldızlara dökerdim.

Yine de Barla yılları, en mesut yıllarımdı.

Sürgün yılları yerini hapishane günlerine bıraktı.

Medresey-i Yusufiye’ler kapılarını bize sonuna kadar açtı.

Denizli Hapishanesi’nin bir günlük çilesi, Eskişehir’in bir ayını,

Afyon Hapishanesi’nin bir günlük eziyeti de Denizli’nin bir ayını aratmadı.

Şehirde kanalizasyonlar bile donmuştu.

Tek başıma kaldığım hücre, sobası yanmayan, camları kırık koca bir koğuştu.

Buz tutmuş vücudum, yüreğimin yangınlarıyla ısınmaya çalışıyor ve mideme günde on kuruşluk şehriye çorbasından başka bir şey girmiyordu.

Zulüm ve haksızlıklara dayanacak mecalim kalmamıştı

Afyon savcısına beddua etmeyi bile düşündüm, fakat hücrenin penceresinden bakarken karşıda bir çocuk gördüm.

Gardiyana sordum;

“Bu çocuk kimin?”

“Savcı Bey’in”

Vazgeçtim; beddua etmedim.

Ve bir gün Eskişehir Hapishanesi’nin penceresindeyim.

Karşımdaki lisenin öğrencileri, neşe içindeydi.

Yaklaşık yarım asır sonraki halleri bir bir gözümün önündeydi

Kimisi vefat etmiş, kabirde azap çekiyor, kimisi de ihtiyarlamış, sevmek bekledikleri bakışlardan nefret nöbetindeydi.

Onların o haline çok üzüldüm. Ağladım…

Yangınlara koşamamak, ne zordu.

Karşımda alevleri göklere yükselen bir yangının içinde evladım yanıyordu…

İmanım yanıyordu.

Denizli hapishanesinde hem zehirlediler hem de idamla yargıladılar.

Ümidimi hiç yitirmedim.

İstikbal inkılâbı içinde en gür seda İslam’ındır, dedim.

Ben kışta geldim.

Yüreğimdeki yangınlarla yürüdüm karanlıkları

Barla Sıddıkları’nın gözlerinde gördüm baharı.

Onlarla geçen yıllar hayatımın en mesut yıllarıydı.

Barla’da sıddıklar vardı.

Barla’da “bereketli bağlar”

Bir de “sesime ses veren dağlar…”

Ve bir de bahar vardı.

Bahar…

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.