HARUN TOKAK

Seni de gözleyen biri var

Kış ilk defa kendini iyiden iyiye hissettiriyordu. Sokakların arasında koşuşturan kuru bir soğuk nefeslerimizin buharını savururken, adımlarımızı daha bir hızlandırdık. Az sonra, gerçek bir olaydan yola çıkarak senaryolaştırılan “Hırsız” adlı oyununun galası için FKM Tiyatrosu’ndaydık.

Oyuna ilgi büyüktü.

Salondaki yerimizi almıştık. Yanımdaki koltukta; her daim gökçek gözlerinin bakışlarıyla, içinize tatlı bir meltem gibi esen kadim dostum Haluk Bey vardı.

Perde açıldı ve sahnenin ışıkları yandı.

Sahne bir hapishane koğuşu…

Ranzalar ve bildik manzaralar…

Ranzaların birinde sürekli susan, duvarı delercesine derinlere bakan bir adam.

Koğuşun kabadayısı, elinde tespih, ceket omzunda olta atıyor.

Yarı mecnun olduğu her halinden belli olan eski püskü elbiseli bir genç. Üstü başı oldukça düzgün, gözleri kitaba gömülü bir başka mahkûm ve diğerleri.

Kapı açılınca herkesin gözleri o tarafa doğru çevrilir. Gardiyan iki kişiyi daha içeri iteler ve çeker gider. Yaşları on sekiz yirmi civarında bu gençleri koğuşun kabadayısı karşılar.

“Hoş geldiniz beyler, adınız ne sizin”

“Selim”

“Nihat”

“Güzel sevdim sizi”.

Derken ansızın bir kavga çıkar, ortalık birbirine girer. Selim ve Nihat’ta nasibini alır bu ilk arbededen. Yıllardan beri hiç konuşmadığı anlaşılan ranzanın üstündeki suskun adam ilk defa konuşur, “Yeterin artık çocuklar.”

“Konuştu… Orhan Abi konuştu” diye herkes başına üşüşür.

Orhan Bey, koğuşa geleli beri ilk defa konuşmuştur. Onun bu durumu koğuşa yeni gelen Selim’in dikkatini çeker.

“Orhan Ağabey! Nedir derdin, neden hep uzaklara bakıyorsun?”

“Yakında bir şey yok ki; uzaklara bakmayayım da ne yapayım.”

“Sen neden buradasın?”

“Adam yaralama… Yaraladıklarım adam olsa gam yemeyeceğim.”

“Nasıl oldu”

“Kızım ağır hastaydı, kendini bir türlü toparlayamadı. Onu öyle görmek karımla beni kahrediyordu. Ameliyat için tefecilerden yüklü bir para aldım. Kızım ameliyat olmuş ve iyileşmişti. Borç yükü katlanmıştı ama kızımı sağlıklı görmenin yanında hafif kalıyordu. Ödemek için gece gündüz demeden iki işte birden çalışıyordum. Parayı denkleştirmiştim, ertesi gün gidip borç yükünden de kurtulacaktım. Karım ve ben mutluluktan uçuyorduk. Sabah kalktığımızda baktık ki evin kapısı açık, kızımın odasına gittim uyuyordu. Hemen paranın olduğu yere koştum para yerinde yoktu. Yüreğimden bir ateşin akıp gittiğini hissettim. Sokağa attım kendimi, güya az önce hırsızlık yapan birisini bulacaktım. Karşılaştığım herkese “az önce hırsızlık yaptınız mı?” diye sorasım geliyordu. Soramadığım için sadece gözlerinin içine bakıyordum ‘eyvah adam beni yakaladı’ bakışını aradım bütün gözlerde.

Yoktu… Umut işte…

Geriye döndüm. Hırsızın eve nasıl girdiği canlandı gözümde.

Bir başkasının evine girmek, bilmediği bir hayata müdahale etmek, nasıl bir cesaret! Paranın olduğu yere dönüp defalarca baktım.

Yoktu… Paranın yokluğundan ziyade ödeyemediğimde başıma gelecekler korkutuyordu beni. Gittim adamlara derdimi anlattım. Kalplerinde merhamet kırıntısı aradım.

Yoktu… ‘Merhamet yok sana’ dediler. Süre istedim ama parayı bulmak imkânsızdı. Yine herkesin sıkışık anına denk gelmişti. Başlarındaki adamın yanına gittim. ‘Borcum karşılığında canımı al, ödeşelim’ dedim, ‘canın o kadar etmez’ dedi. Haklıydılar. Karımdan, kızımdan söz etti. Beynim dönmüştü bir anda. Onların günahı neydi? Ne olur ne olmaz diye yanıma aldığım bıçağı çıkardım, ondan sonrasını hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde üstüm başım kan içindeydi.”

Selim olayı dinledikçe durgunlaşır, derin derin düşünmeye başlar, derinlerde kaybolur.

“Kızım burada olduğumu bile bilmiyor, bilmesin. Onun hassas ruhu kaldıramaz. Beni yolculukta biliyor. Ne güzel bahane değil mi? Baban uzun yola gitti.

Nereye… Çoook uzaklara.

Babası ölen çocukları da öyle teselli etmezler mi. Siz benim konuşmamı bekliyorsunuz, ben ölmüşüm… Ölüler konuşur mu çocuklar?”

Selim hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. “Beni yeniden yargılayın ben adalet istiyorum, ben sadece para değil, mallar, hayatlar, hayaller çalmışım, ocaklar söndürmüşüm ben, içim yanıyor benim. Ben toplumun kanayan bir yarası, acıyan bir ağrısı, geçmeyen hastalığım. Ben bir hırsızım.”

Sahne kararır.

Salonda sahnede karanlığa gömüldü. Tıpkı bir gün dünya tiyatrosunun da karanlığa gömüleceği gibi.

Selim’le Nihat sahnede rollerini başarı ile oynuyorlardı ama canlandırdıkları hırsız belli ki rolünü iyi oynayamamıştı. Ayakları onu, hasta insanların hayatını çalmak için taşımıştı. Elleri, gözleri ve aklı ona yardım etmişti.

Birkaç gün önce bir radyo programında dinlediğim bir genç geldi gözümün önüne: Her iki ayağının dizlerinden kesik olduğunu, on üç, on dört defa ameliyat geçirdiğini, protezli ayaklarından birinin rahat olduğunu ama diğerinin hala ızdırap verdiğini anlatıyordu

Sunucu, Peki neden ben dediğiniz oluyor mu, isyan ettiğiniz anlar var mı?

“Dünya bir tiyatro, yönetmen bana bu rolü vermiş, ayaklarım sağlam olsa belki ben o rolü iyi oynayamayacağım.” diyor.

İçim takdir hisleri ile doluyor. Karanlıkta ışıktan bir abide gibi büyüyor gözümde delikanlı.

Tam düşüncelerime dalmışken ışıklar yeniden yandı.

FKM Tiyatrosu’nun oyuncuları, “Hırsız” adlı oyunu başarı ile oynuyorlardı.

Oyunun ilerleyen bölümlerinde Selim’le Nihat, dışarı çıktıklarında çaldıkları her şeyi ödemeye karar vermeleri vicdanlarında amansız bir azap alevinin tutuştuğunu gösteriyordu. Aklıma evliyanın büyüklerinden Fudayl bin İyaz geldi.

Bu büyük veli, bir zamanlar bin bir zahmetle insanların kazandıkları malları ani bir çöl baskınıyla ele geçiren bir kervan avcısıymış.

Bir gün yine, her zamanki gibi arkadaşlarıyla birlikte bir tepenin arkasında pusuya yatar.

Kervan ay ışında iyice yaklaşırken, eşkıyalar da iyice sabırsızlanır.

Dolunayın aydınlığında, rüzgarın şarkılarıyla çöldeki kumlar bile kımıldar ama Fudayl’da hiçbir hareket emaresi yoktur.

Kartal gibi kervanlara konan Fudayl’ın başı, sıcak kumlara düşmüştür.

Arkadaşları; “Kervan elimizden kaçıyor neden hala saldırmıyoruz?” diye sarstıklarında;

“Ben bu işi bırakıyorum Az önce kervanı gözlerken duyduğum bir ses iflahımı söktü, derman bırakmadı bende. Ses diyordu ki: Fudayl! Seni de gözleyen biri var”

Selim’le Nihat, evleri soymak için gözlerken, gözlendiklerinin farkına varırlar. Yüreği koğuştakilerin ümit türbesi olan Muhıddin Bey, onlar hapishaneden çıkarken kurumuş dal dikili bir saksı hediye eder ve “bu dal yeşerdiği gün günahlarınız affedilmiştir, her bir mağdur hakkını helal ettiğinde ona can suyu veriniz, günah alevlerinde kavrulmuş yüreklerin can suyu da pişmanlık gözyaşlarıdır, sakın unutmayınız” diyerek uğurlar.

Günlerce, para ve eşyalarını çaldıkları insanları tek tek dolaşarak haklarını helal ettirmeye çalışıyorlar ama saksıdaki dal bir türlü yeşermiyor.

Aklıma Ömer Seyfeddin’in “Kurumuş Ağaçlar”ı düşüyor. Kırk insanın kanına giren Deli Murat’ın; iffetli bir kadına iftira mektubu götürmekte olan birisini öldürdüğünde, bahçesine diktiği kuru kavakların yeşermesi gibi, Selim ve Nihat son kişinin de hakkını helal ettirdikten sonra saksıdaki dal yeşermeye başlıyor.

Fonda yükselen bir ayetle sonlanıyor ve aydınlanıyor gece;

“Ey ömrünü israf eden kullarım! Allah’tan ümidinizi kesmeyiniz. Allah, bütün günahları affeder. O Gafurdur, Kerimdir.”

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.