HARUN TOKAK

Silistre’den uçan bir çift güvercin

“O Mayıs günü Silistre’nin komutanı Sert Mahmud Mehmed Paşa kelimelerini daha bir bileyleyerek döküyordu. ‘Hiç merak etmeyin’ diyordu, ‘devletimiz bizi yalnız bırakmaz. Sadrazam şuracıkta, Şumnu’da. Dayanın. Gönlünüzü ferah tutun. Evvel Allah, Ruslar gelmeden yetişeceklerdir imdadımıza.’

Ne var ki, yardım bir türlü gelmiyor, daha da kötüsü, Rusların dağ tarafına yaptıkları yığınağın ardı arkası kesilmiyordu. Yardım geciktikçe Mehmed Paşa’nın içi içini yiyordu. Yardım neden gecikmişti? Oysa Rus ordusu, işte toplarını dizmiş, kamplarını kurmuş, hücum hazırlıklarına başlamıştı.

40 bin kişilik bir kuvvete malik bulunan Rusların 152 tane de ağır topu vardı. Mahsur kalan Osmanlı askerinin sayısı ise taş çatlasa 8 bini geçmiyordu. 40 bin Rus’a karşı 8 bin Mehmetçik’le savunulacaktı Silistre.

Surlarda gedikler açıldıkça hemen onarılıyor, dur durak bilmeyen hücumlar başarıyla püskürtülüyordu. Bazı akşamlar Sert Mehmed Paşa, yanına serdengeçtileri alıp kaleden dışarı çıkarak baskınlar düzenliyor, düşmanın moralini çökertmeye çalışıyordu. Kale harap olmuş, halk her Allah’ın günü başlarına düşen güllelerden bıkıp usanmış, artık ne olursa olsun teslim olunmasını istiyordu.

Yıllardan 1829, aylardan Mayıs’tı. Silistre kalesine bahar bir türlü gelmek bilmiyordu. Kaledeki halk temsilcileri toplandı; komutandan kaleyi teslim etmesini istediler. Sert Mehmed Paşa, bu acı teklifi işitince içinde göçükler açıldığını hissetti. Demek onlar da, öyle mi? İşin garibi, şehrin valisi olan Hacı Ahmed Paşa da “teslimiyetçiler” arasındaydı. İyi de kendisi ne için ve kimin için savaşacaktı?

Biraz daha dişlerini sıkmalarını tavsiye etti onlara ve özel olarak eğitilmiş posta güvercinlerini getirtti. Kafesin içinden bir beyaz, bir de siyah güvercin seçti özenle. Üzerine birkaç cümle yazdığı notları güvercinlerin narin, kırmızı ayaklarına bağladı: ‘Ruslar, bozguna uğradığınızı söylüyor. Doğru mudur? Şayet doğruysa siyah güvercini, değilse beyaz güvercini geri yollayın.’ Mesajın düşman eline geçmesi ihtimaline karşı geliştirdikleri şifreli haberleşme yöntemlerinden biriydi bu.

Güvercinler okşanıp sevildi ve Bismillah’larla salındı Şumnu canibine. O günden itibaren askerlerin gözleri umutla ufuklara dikiliyor, göklerde Haziran sıcağının buharıyla görüntüleri titreşen kuşların arasında beyaz güvercinlerini arıyorlardı.

Günlerce gözlerini kısarak baktılar ufka. Zamanın petekleri acıya çalıyordu: Ya siyah güvercin gelirse?

Derken günlerden bir gün ufukta siyah güvercin belirdi. Havada taklalar atarak, derin kavisler çizerek bir burca konduğunda kara haber çoktan yayılmıştı şehre. Güvercinin ayağında gelen mesajda, üzgün olan Sadrazam, ‘Tâlih-i harb bize gülmedi. Artık Silistre’yi sana ve Allah’a emanet ediyorum’ diyordu.

Bu gelişme üzerine Vali Ahmed Paşa komutanları topladı. Ellerinden geleni yaptıklarını, ancak kaleyi teslim etmekten başka çarelerinin kalmadığını söyledi. Komutanlar susuyor, sağanaklarını içlerine boşaltıyorlardı. Sonunda, suskunluk çölüne kamayı Sert Mehmed Paşa soktu.

‘Baka Paşa’, dedi tok bir sesle, ‘Gücenmece, darılmaca yok, tamam mı?’ Vali, tamam der gibi baktı önüne. Bu “sert” ve “mert” paşanın neler söyleyeceğini iyi kötü tahmin edebiliyordu. Mehmed Paşa’nın gür sesi odanın camlarını dövüyordu: ‘Bu kale ne senin, ne de benimdir. Devlet bizi buranın müdafaasına memur etti. Allah’tan ümit kesilmez. Binlerce şehidin kanıyla sulanmış bir kaleyi düşmana teslim edenler arasında yer alamam. Canımın hiç kıymeti yoktur. Yarın hepimiz öleceğiz. Ama ben şehit olarak ölmek isterim, esir olarak değil.’

‘İyi söylersin Mehmed Paşa amma neyle ve kimle savaşacağız? Biliyorsun, bir tutam barutumuz dahi kalmadı.’ Vali’nin bu itirazı üzerine Mehmed Paşa’nın bir ırmak gibi coşkulu sesi mecliste bir tokat gibi patlayacaktı: ‘Topa karşı tüfekle, bombaya karşı süngüyle savaşacağız. Size bir saat mühlet. İyi düşünün. Gelmek istemeyenler kalede kalabilir. Kimse gelmese bile tek başıma kaleden çıkacak ve düşmanla savaşacağım.’

Hayret! Bir saat sonra eli silah tutan herkes, firesiz kale kapısının önünde hazırdı. Hava kararmıştı. Rivayete göre, o Haziran akşamı Silistre semasını, melekler kanatlarıyla serinletiyordu. Kapı açılınca ucu alevli birer ok gibi fırladılar Rus istihkâmlarına doğru. Top tüfek yağmuru altında cepheden hücuma geçmişlerdi. Sert Mehmed Paşa kuşatma zincirinin göbeğine boşaltıyordu bütün nefesini. Sonunda neye uğradığını anlayamayan Rus birlikleri panik halinde geri çekilmiş, kale uzun zamandan beri ilk defa derin bir nefes almıştı. Dualar ve tekbirlerle gittiler; döndüklerinde tam 2 bin yoldaş muharibin şehadet şerbetini içtiğini fark ettiler.

Günün ışımasını beklediler sabırla. Sonra kaleden sessizce çıkıp meleklerin ellerine emanet ettikleri cenazeleri topladılar tek tek. Bir ara askerin birisinin, gömmeden önce eliyle arkadaşının yarasını yokladığına ve koynundaki En’am cüzünün üzerindeki kanın eline bulaştığına şahit olundu. Mehmetçiğin, cüzü şehit arkadaşının boynundan ihtimamla çıkardığı, kutsal bir emanetmişçesine kendi boynuna taktığı ve arkadaşını oracıkta kazdığı çukura bir tohum gibi emanet ettiği görüldü.

İstanbul’daki Askeri Müze’yi gezenler, teşhirdeki o kanlı cüzün arka yüzünde neler yazdığını göremezler. Oysa Balkanların kilidi olan Silistre’den uçurulmuş bir çift güvercin resmi yuva yapmıştır orada. Biri siyah, öbürü beyaz iki güvercin.

Bugünün Silistre’leri, bugünün Mehmed Paşa’ları, bugünün siyah ve beyaz güvercinleri uzağınızda mı sanıyorsunuz? Eğitimin, bilginin, aşkın Silistre destanlarını yazmak için yola çıkan çağımızdaki “ufukların efendileri”ne, tarihin tarihte kalmadığını ispatladıkları için şükran ve minnet duygularıyla yazıldı bu yazı.”

Ufuk Kitap’tan çıkan “Geri Gel Ey Osmanlı” adlı kitabından özetle aktardığım bu hikâyesini değerli araştırmacı Mustafa Armağan Bey, kendi deyimiyle “ufukların efendilerine” bizim deyimimizle “Önden Giden Atlılara” atfetmiş. Armağan, yazısını, o “önden gidenlere” şükran ve minnet duygularıyla bitirirken, tarihin tarihte kalmadığını, bugün Silistre destanlarının, eğitimde, bilimde aşkta yeniden yazıldığını, söylüyor.

Yazarın tarihle bugün arasında kurduğu bu süreklilik ilişkisi aslında onun tarihe bakış açısının da bir parçası. Tarihte bugüne dair mesajlar, bugünde tarihten el alan yürüyüşler…

Geri Gel Ey Osmanlı’da yazar beynimizde çaktırdığı şimşeklerle çoğu zaman olduğu gibi tarihi yeni bir gözle okumamızı sağlıyor.

Bu kitapta, Devlet-i Aliye-i Osmaniye’nin gölgesinin serhat boylarından nasıl çekildiğini, geride nasıl acılar, çığlıklar bıraktığını göreceksiniz.

Ufuklarımızda hep siyah güvercinlerin kanatlarından kan damlayarak uçtukları kara günlerin çığlıklarını duyacaksınız.

Yazar, tarihin, suyu tükenmeyen derin kuyularına kovasını dikkatle daldırıp billur kâselerle koşuyor susuzluğumuza, umutsuzluğumuza. Meşalesini, tarihin en karanlık kuytularına ihtimamla uzatarak yüzümüzün aksini daha net olarak görmemizi sağlıyor. Yeniden okuma şevki tutuşturuyor içimizde.

Tarihimize karşı rehavet içinde uyumaya çekilen neslimizi uyandırıyor..

Kalelerinden sonra tarihi de bombalanmış bizlere harflerden tarihi bir kale kuruyor..

“Geri Gel Ey Osmanlı” tarihin dip dalgalarının yüzeye vurmasının en güzel örneklerinden birisidir.

“Geri Gel Ey Osmanlı” Edep, edebiyat ve tarihin buluştuğu bir ufuk gösteriyor bize.

“Geri Gel Ey Osmanlı” serhat boylarından elvan elvan esintiler taşıyor günümüze.

Yüreğinize dokunmuyor mu kokular?

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.