HARUN TOKAK

Rodos’ta Çifte Çınarlar

Rodos’tayız. Sadrazam İbrahim Ağa Camii’nin avlusunda dallarını güz rüzgarlarına vermiş bir çift çınarın dibindeyiz.

Anadolu’da her bir çeşme başını yada cami avlusunu bekleyen çınarlar gibi bekleyip duruyorlar fethin sembolü camii.

Yeni vefat etmiş bir insanın, çalışma masasında bilgisayarı, gözlüğü, kütüphanesinde kitapları, gardırobunda elbiseleri, hatta sürekli çalıştığı sandalyede asılı yeleği öylecedurur ya;

işte Rodos’da Osmanlı hatırası aynen öyle; daha dün bırakıp gitmiş gibi.

Osmanlıdan kalma camileri, minareleri, kütüphaneleri, türbeleri, hamamları, kültür merkezleri, saat kulesi öylece duruyor.

Öyle ki Arnavut kaldırımları, taş sokakları, cami ve kahvehaneleriyle karşılaşınca Suriçi İstanbul’unun buralara kadar uzandığı zannına kapılıyorsunuz.

Geçen yıl, sokakları Osmanlı kokan bu sevimli adada ilk uğrak yerlerimizden birisi Ali Amca’nın kahvesiydi.

İlk fırsatta tarih kokan bu mekana uğrayıp Ali Amca’yı görmekti muradımız.

Bu sevimli, sempatik insanı özlemiştik. Türkiye hayranı bir insandı. Geçen yıl uzun uzun sohbet etme imkanı bulmuştuk. Her yaz Türkiyeye gelir uzunca bir zaman kalırmış.

Hoş sohbet bir insandı.

Biraz kırık Türkçesi kendisini iyice sevimli kılıyordu.

Yetmişine dayanmıştı; kıvırcık saçlarında siyahlar bütünüyle silinmiş, bir matem yerini andıran esmer yüzünde binlerce kırışıklık vardı.

Hanımı, üç ocaklı milangazın üzerinde çay ve kahveleri yapıyor, Ali Amca da misafirlerine servis ediyordu.

Burası, Maraşta’ki Dondurmacı Yaşar’ın dükkanı gibi bir antika sarayını andırıyordu.

Osmanlı yadigarı bakır kap-kacaklar, ibrikler, leğenler, nargileler, sele- sepetler, teraziler, oraklar, tırpanlar, iri taneli koca tesbihler duvarlarda kendilerine yer bulduğu gibi, beyaz atının üzerinde Fatih’in İstanbul’a girişini anlatan tablo da yer bulmuştu kendine.

Sonbahar güneşi sarışın ikindilerde.

Bu tarihi ada Cem Sultanlardan, Barbaraoslara, Niyazi Mısrilerden, Namık Kemallere kadar kimleri misafir etmemiş ki?

İskele boyunca uzanan Avustralya caddesine açılan Hazreti Meryem Kapısı’ndan değil de, az ilerdeki Muslukçular Kapısı’ndan girdiğinizde, karşınıza tıpkı Bosna’daki Baş Çarşı gibi Rodos Çarşı’sı çıkıveriyor.

Sol kola döndüğünüzde yukarıya doğru giden taş döşeli sokak sizi Süleymaniye Camii’ne ve Hafız Ahmet Kütüphanesi’ne götürüyor.

Ali Amca’nın kahvesi de bu sokakta olmasına rağmen önce solumuzdaki sokağa kıvrılarak Sadrazam İbrahim Efendi Camii’ne uğruyoruz.

Bir çift çınar ağacını, vefakar iki nöbetçi gibi sokakların kesişme noktasındaki fethin sembolü olan ruhaniyat dolu mabedi bekliyor buluyoruz.

Yaprakları yer yer sararmış, kurumuş bu çifte çınarlar, sonbahar rüzgarlarının yardımıyla iki dert ortağı gibi, ara sıra başlarını bir birlerine doğru eğerek fısıldaşıyorlar.

Konuşmalarına kulak veriyorum;

“Bizde olmasak şu canım mabet kendini pek yalnız hissedecek, biz kendimizi unuttuk, bir zamanlar sadrazamların, leventlerin namaz kıldığı şu mabedi düşünüyoruz. Evlatları tarafından terkedilmiş içli bir ana gibi için için ağlar durur da kimsecikler görmez gözyaşlarını. ‘Bir gün yine evlatlarım bana dönecek mi, onları sarabilecek miyim?’ diye ağlar. Bir zamanlar abdestli, nur yüzlü mübarek insanların ayakları altında incelmiş, yassılmış şu mermer basamaklara bir bakın nasıl acı çekiyorlar. Şimdilerde ne çıkanı var ne de ineni. Bizler gibi toprağa kök salmış, bir gün yine kendisine can verecek ezanları duymak için başını göklere doğru uzatmış sabırla bekleyen şu minare nasıl da mahzun. Bir zamanlar, onlarca minarenin bir birine seslendiği ada ufukları şimdi ne kadar da susukun.

Şu, koparılan musluk oyuklarının âmâ insan gözleri gibi duran şadırvanın ızdırabına bir bakınız. Nasıl da gözyaşlarını yıllardan beri hep içine akıtıyor. Bir zamanlar, şelaler gibi çağlayan su seslerinin ufuklara kanatlanan ezanlara karıştığı bu şadırvanda nice sadrazamlar, nice reisler, Niyazi Mısriler, Namık Kemaller, Giray Hanlar, Barbaroslar ve de yiğit yüzlü leventler abdest almışlardı.”

Bu çifte çınarların dertleri bitecek cinsten değildi. Belki daha anlatacakları çok şey vardı ama o sırada mübarek yüzünde binlerce çizgi oluşmuş yaşlı ve yorgun bir insanın bize doğru geldiğini farkettik.

Türkiye’den olduğumuzu öğrenince de;

“Neden, neden buraları bırakıp gittiniz, haydi gittiniz niçin buraları unuttunuz, siz, bizi 1912 de bırakıp gittiniz, biz bittik, eridik, tükendik, direndik ama hangi bir zamana kadar. Okullarımız vardı kapatıldı, din desleri kaldırıldı, Kıbrıs çıkartmasından bir gün önce devlet töreni ile defnedilen son müftüyle birlikte dini hayat da toprağın altına gömüldü. O gün bu gün müftülük binası da boş duruyor, yerine atama yapılmadı. Bizler sert rüzgarlarda er geç sönmeye mahkum titrek mum ışıkları gibi titreyip duran bir avuç insan kaldık. Bizden sonra bu günleri hatırlayan bile kalmaz.

Sonrasında, ne müslümanlıktan ne de türklükten söz edilir. ”

Donup kalıyorum, yetmişine dayanmış bu nurlu insana diyecek bir söz bulamıyorum. Gözlerimin önünde kendi elleriyle yazıp elime tutuşturduğu pusulada;

“1971-72 ders yılında dokuz okulumuz vardı. Türkçe ve Elence tedrisat yapıyordu. Ruhban okulunun kapatılmasına mukabil olarak İstanköy ve Rodos Türk okulları kapatıldı.” yazıyordu.

Şimdi düşünüyorumda ülkemizde yaptığımız bazı icraatlar buralarda nasıl acı sonuçlar vermiş. Adada artık adları bile Türkçe olmayan, milli ve manevi değerlerimizden çok uzak yeni bir nesil var.

Aslında, kilisenin önünden geçerken, Hristiyan olan arkadaşının istavroz çıkarması karşısında, bari ben de mabedimize karşı vazifemi yerine getireyim düşüncesiyle hemen yanıbaşındaki Süleymaniye Camii’nin önünde durup istavroz çıkaran Müslüman-Türk kızımızın durumu her şeyi anlatıyor.

1552’nin yılbaşı günü beyaz atının üstünde bütün ihtişamıyla şehre giren Kanuni Sulatan Süleyman daha o gün Tapınak Şövalyelerinden adayı temizlemiş ve cami haline getirilen Saint John Kilisesi’nin burçlarında gür sesli müezzinlere ezan okutturmuştu.

Rodos bir günde Müslümanlaşmış, 1912 de kendi ellerimizle teslim edinceye dek sürecek olan yeni bir dönem başlamıştı.

Adalarda, Balkanlar’da, Hicaz’da, nice yerlerde bıraktığmız, eriyen, tükenen, asimile olan insanlarımızın ne kadar farkındayız bilemiyorum.

Taş döşeli dar sokaklarda gölgeler gittikçe koyulaşıyor.

Susuz şadırvana, çifte çınarlara ve Ahmet Amca’ya veda ederek hazin duygularla ayrılıyoruz İbrahim Ağa Camii’nin avlusundan.

Yüreklerimiz dertle ezgin olarak, Arnavut kaldırımlarından, taş döşeli sokaklardan, tarih kokan tek katlı taş binaların önünden geçerek Ali Amca’nın kahvesine doğru yürüyoruz.

Ali Amca’yı görmekti muradımız.

Bu sevimli sempatik insanı özlemiştik.

Yüz yıldan fazla geçmişi olan bu tarihi kahvehaneden içeri girdiğimizde, Ali Amca’nın hanımını üç ocaklı milangazın üzerinde yine kahve yaparken bulduk.

Kırık bir Türkçeyle, “Hoş geldiniz” dedi.

Ali Amca ortalıklarda görünmüyordu.

Osmanlı yadigarı bakır kap-kacaklar, ibrikler, leğenler, nargileler, sele- sepetler, teraziler, beyaz atının üzerinde Fatih’in İstanbul’a girişini anlatan tablo hepsi yine yerli yerinde duruyordu.

“Ali Amca nerede” dedik.

“O mu? O sizlere ömür”dedi.

“İyi insandı, hiç üzmedik birbirimizi”

Bükülmüş beli, ağarmış saçlarıyla yetmişine dayanmış bu zavallı kadın yine ocağa doğru dönüp bekleyen müşterilerin kahvesini yapmaya başladı.

O acılı haliyle bize de acı bir kahve ikram etti.

Gurbette bir dostumuzu daha yitirmiş olmanın burukluğu ile yudumladık acı kahvelerimizi.

Veda edip ayrıldığımızda Rodos’ta gün geceye çoktan dökülmüştü.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.