HARUN TOKAK

Oğul! Allah Seni Milletine Bağışlasın

Bir sonbahar gününün yorgun ışıkları, asude bir ölüm ülkesi Karaca Ahmet’in ıslak servileri, beyaz mermerleri, ölüm kokusu sinmiş toprakları üzerine dökülüyordu. Mor, kırmızı, beyaz çiçeklerle bezeli taze bir toprak yığının başında bir adam duruyordu. Başını öne eğmiş, kolları iki yana düşmüş, dört ayağı birden kesilmiş Bir küheylan gibiydi. Sırtında mor çizgili bir gömlek vardı.

Altında morluklar oluşmuş acı pınarı gözlerinden hüzün yağmurları damlıyordu. Bayram Paşaların, Metrislerin, Pınarhisarların durduramadığı bu adam, bir servinin dibinde durmuş; berzahın bahar bahçesinden, sonsuzluğun mavi ufuklarına doğru yol alan anasını seyrediyordu. Etrafında hiç kimsecikler yoktu. Tipiye tutulmuş bir kuğu yalnızlığı ve çaresizliği vardı yiğit yüzünde. Ülkesinin en kudretli insanıydı ama çaresizdi. Bir daha başını o ananın şefkatli dizine koyamayacak, elini öpemeyecek, sarılamayacak, “ana ben geldim “diyemeyecekti. Ne zaman yönelse odasını hep bomboş bulacak, anasının hayali, bir anıt gibi karşısında duracaktı. Kaderi akrebin kıskacında yoğrulmuş, yüreği yorgun anayı hiç unutamayacaktı. Yokluğu yüreğine vuracaktı. “Anacığım! Hayatında hiç bu kadar başında duramadım, geçmişin telafisi için işte başucundayım” der gibiydi. Her an göreve hazır bekleyen gri bulutlar ana -oğulu seyrediyordu. Evlâdıyla abideleşmiş, destanlara sığmayan bir ana küçük bir kabre sığmış, nurlara bürünmüş yatıyordu. Devlerin karşısında dize getiren adam, anasının başucunda dize gelmişti. Ana-evlât iki vücud bir ruh olmuştu. Çığlıklar dokunuyordu yüreğine, sessiz çığlıklar. Taşlardan, topraklardan, servilerden, kabirlerden yükselen ıslak çığlıklar… Neler söylüyor, neler diyorlardı? Dünyanın faniliğini, hayatın geçiciliğini, yeryüzünde en sahici yerlerin, serin serviler diyarı bu mekânların olduğunu haykırıyorlardı. Taze toprak yığının başında duran yorgun adam, bu sırlar ülkesinin seslerini duymayan insanların hayatında hep bir şeylerin eksik olacağını düşünüyordu. Sefiller’deki Jan Valjean gibi amansız takiplerin, tuzakların, komploların, pusuların, ayıramadığı ana-oğulu bir avuç toprak ayırmıştı. Kor ateşlere gülümseyen adam, alevlerin yer değiştirip durduğu yüreğine yağan hüzün yağmurlarının altında sırılsıklamdı. Dalga dalga kederler üzerine geldiğinde sığındığı şefkat kalesi yıkılmış ve yıkılan o kalenin altında kalmıştı. Çoban Yıldızını kaybetmişti. Dua pınarı kurumuştu. Başından ayrılası gelmiyordu. Kapıların önünde, soğuk duvarların arkasında, balkonların başında bir ömür boyu hep yolunu gözleyen, anasını belli ki çok seviyor, dumansız yanıyordu. Sessiz çığlıkların arasından birden bildik bir ses hissetti yüreğinde. Bu onun sesiydi. Tayyibe Ana’nın sesi… “Oğul, canım oğul, anasının, atasının alnını ak eden oğul! Sessiz yığınların sesi, dardakilerin nefesi oğul! Derin Anadolu’nun çığlığı, hep davasını öne alan oğul! Sesini, yiğit yüzünü herkesin sevdiği, hep yiğit, hep Anadolu kalan oğul! Burada bekleme! Seni bekleyenler var, senin daha yürüyeceğin çoook yollar var. Ben gidiyorum ama geride senin gibi bir evlat bıraktığım için gönlüm inşirahla dolu. Hatırlıyor musun oğul! Anarşinin azdığı, kardeşin kardeşe kastettiği, beş bin vatan evladının yok yere öldüğü günlerdi. Evimizin iki tarafı balkondu. Bir balkona çıkarım, silah sesleri. Diğer balkona çıkarım yine kulakları sağır eden silah sesleri. Sen her gece eve hep geç gelirdin, yüreğim ağzımda beklerdim seni! Her gün senden kötü bir haber alacağım diye ödüm kopardı. Ana yüreği işte! Gitme oğul! Gitme desem de giderdin. Evde durduğun dakikalar, çöldeki bir bardak su gibi hemen buharlaşırdı. Doğru düzgün bizimle hiç oturamazdın, bir cumartesi, pazar olur da evde durur diye bekler dururdum. Sanki dünyanın bütün yükü üzerindeydi. Sen, rüzgar kokulu bir küheylan gibi hep dağlar aşar, sarp yollar geçerdin, o yollar benim yüreğimden geçerdi. Benim yüreğim seni beklemekten yorgun düştü oğul! Yorgun… Bir de siyasete atıldıktan sonra yaşadıkların beni bitirdi oğul. Güneşe diklenen kobralar gibi üzerine geldiler, hala da geliyorlar. Her eve gelişinde ‘oğlum senden ne istiyorlar’ dediğimde; sen bana sarılıp, ‘anneciğim olur böyle şeyler, üzülme’ diyerek teselli ederdin.” Kaç defa seni dibi balçık dolu karanlık sularda boğmak istediler de sen; “bu şarkı burada bitmez” diyerek, bebek yüzlü nilüferler gibi çıktın suların aydınlık yüzüne. Okuduğun bir şiir yüzünden sevdalısı olduğun İstanbul’dan Pınarhisar’a gönderilirken, saraya giden yolun zindandan geçtiğini bilen Yusuf’un teslimiyeti vardı yüzünde. Samimiydin, yürekliydin, yürektendin. Diklenmedin ama hep dik durdun. Duruşun yetti Anadolu insanına. Milyonlarca sevenin seni uğurlarken Ahmet Kaya bir şafak türküsü tutturmuştu ardından: “Beni burada arama anne…” Hapishanenin kapısına kadar gelen kalabalığa seslendin son kez; “Beraber yürüdük biz bu yollarda/ Bana her şey sizi hatırlatıyor.” Sonra Pınarhisar zindanlarının demir kapıları bir gıcırtıyla kapandı üzerine. Demir kapılar senin üzerine kapanırken, kor ateşlerin kapıları da anana açılmıştı. Zindan da yatan sen değil bendim oğul! Sen hiç değilse nerede yattığını biliyordun, ben dört ay boyunca nerede yattığımı bilmedim oğul! Sen o karanlık hücrelerde iken ananın yüreği hep yandı durdu. İşte, ananın yüreğini yordu bütün bunlar oğul! Yordu… Buraya kadar dayandı yüreğim. Zindandaki ilk sabah namazını Yasin suresini okuyarak kılmışsın, vaktin olur mu bilmem ama ben her Cuma akşamı Pınarhisar’da okuduğun o yasemin kokulu Yasinlerini bekliyorum oğul! Bir de yine bayram geliyor. Hiç bayramın uğramadığı, mutluluğun başını uzatıp girmeye cesaret edemediği derme çatma yoksul barakalarda oturanlara yine uğra. Onlarla sofralarını, acılarını paylaş, dualarını al! Benim dualarım onların yüreklerinde saklıdır. Öldüğüme üzülmüyorum oğul da sana doyamadım ona yanıyorum. Gelmedin değil geldin, geldin ama can veren de geldin. Ağladın, gördüm seni. “Hakkınızı helal edin” sözleri Fatih Camii’nin avlusunda yankılandığında gözyaşlarını tutamadın. Bütün Türkiye bütün dünya gördü gözünden düşen o inci tanesi gözyaşlarını. Senin ağladığını görünce Anadolu devrimini gerçekleştiren analar da ağladı. Anadolu koca bir göz olup ağladı. Bütün bir İslam dünyası ağladı. Ağlarken sen başka değil kederli çocuğum Tayyib’imdin. Kucağıma alıp bağrıma bastığım bebeğim. O gözyaşlarına hiç dayanamadım. Kalkıp silmek istedim ama kalkamadım oğul. Kalkamadım. Arkamdan camide okuduğun İnfitar Suresini de dinledim. Senin sesindi… Bir bahar esintisi gibi geldi buralara, yayıldı bütün bir Anadolu’ya. “Kaç anaya nasıb olmuştur böyle bir devlet” diye herkes imrendi. Son zamanlarda gözlerinin altında oluşan morluklara hiç ama hiç dayanamadım oğul! Kendine iyi bak! Kış geliyor, üşütme. Sen üşürsen ben de burada üşürüm, sen üşürsen Anadolu üşür, insanlık üşür. Seni önce Allah’a sonra da “Türkiye biziz”diyen Anadolu’nun yürek şırıltılarına emanet ediyorum oğul! Hayatta iken hep balkonlardan, kapılardan baktırdığın ananı bu asude bahar ülkesinde kabir kapılarından baktırma emi! Ne yapalım kader işte! Ülkesine sevdalı yiğitlerin yüreği de, derdi de büyük olurmuş.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.