Köyde Bir Kış Gecesi
Yatsı namazcıları, Rablerine karşı görevlerini ifa etmiş olmanın gönül huzuru içinde birer ikişer dağılıyordu.
Soğuk bir ay ışığında yıkanıyordu dağlar arasındaki köy.
Köy kışlarını görmeyeli bir hayli zaman olmuştu.
Görkemli mabed ışıkları sönünce birden karanlığa gömülüverdi. Sabah evlatları gelinceye kadar öylece gecenin böğründe eli koynunda bekleyip duracaktı.
Önüne geçilemeyen dizginsiz atlar gibi hatıralar üzerime üzerime geliyordu.
Bu görkemli mabedin yerinde, önceleri oldukça mütevazı duran cami mescid arası bir yapı vardı.
Mihrabın iki yanında yanan petrol lambalarının esrarlı aydınlığında kılardık namazları.
Sadece insanlar değil, ahşap tavana doğru büyüyen gölgeler de saf tutardı.
Koyu gölgelerin gizemine gömülü bir halde Mehmet Hoca’nın hicaz makamında okuduğu mihrabiyeyi dinlerdik her yatsı namazından sonra.
Gölgeler de, duvarlar da dinlerdi.
Namaz sonrası, yerinden doğrulan her bir cemaati tavanda büyüyen gölgesi de peşinden takip ederek dışarı çıkardı.
Ne esrarlı, ne güzel günlerdi.
O mütevazı mabedin yerine yapılan bu muhteşem mabette yatsı namazını kıldıktan sonra tam eve doğru yönelecektim ki, birisi yanıma yaklaşarak, “sizi köy odasında bekliyorlar” dedi.
Köy odaları, hem bir ilim ve irfan yuvası, hem de misafirler için mini bir kervansaray görevi gören mütevazı mekânlardır.
Evimizin az ilerisindeki odanın terasından evine doğru yarı sarkarak;
“Oğlum İsmail! Odaya misafir geldi yemek getir” diyen rahmetli Bekir Ağa’nın özgürce bağrışını hala hatırlarım.
Uzun kış gecelerinde, Mızraklı ilmihal, Muhammediye, Ahmediye gibi bir zamanların en revaçta kitapları buralarda okunur, Hazreti Ali’nin kahramanlıklarını anlatan Hayber ve Kan Kalesi, Zaloğlu Rüstem gibi hikayeler buralarda dinlenirdi.
Kış gecesinde bir başka güzel köy. Toprak kokuyor, hatıra kokuyor, sıla kokuyor…
Uzaklarda kesik kesik havlayan bir köpeğin sesi yayılıyor dingin geceye.
Az sonra iki katlı bir köy odasındayız.
İçerisi oldukça kalabalık.
“Hoş geldiniz, merhaba” sözleri uçuşuyor sıcak odanın içinde. Soba gürül gürül yanıyor.
Köy kışlarının en çok da bu yanını severim.
Ne elektrik sobası ne kalorifer, kesmez benim gibi köy kökenlileri…
Rahmetli Mukbil Özyürek’in; “… Hiç biri odun sobası kadar ısıtmıyor beni…” dediği gibi ben de hep sobayı ararım.
İlkokulu birlikte okuduğumuz Cemil Meral başköşeye sırtını dayamış oturuyordu.
O mindere, yıllar da onun üzerine çökmüştü.
Hatıraların ruhu elimden tutarak on yedi yıl önce oturduğum yere çekti beni.
Burada, tam da burada oturmuştum.
Rahmetli babamla bir odada son oturuşumdu o benim.
“Oğlum gel odaya gidelim de cami yapmanın sevabını oradakilere anlatıver, camimiz eskidi, köyümüzü temsil etmiyor,” dediği o geceyi hatırladım.
Oda kalabalık ama ben hatıraların mahşerinde yapayalnızım.
Bir sohbete vesile olsun diye odadakilere;
“On yedi yıl önce şimdiki caminin yapımı için bu oda da toplanmıştık” dedim.
Cemil, “ben de vardım” dedi.
Odanın öte başından Topçu’nun Osman “ben de vardım” diye karıştı söze.
Hatırlıyor musunuz o gece dernek kuracak kadar bile para toplanamamıştı, dedim.
Cemil; “Sen bırakıp gittin. Köylülerin bazıları yeniden cami yapmak zordur, yıllar alır. Bari mevcut camiyi yıkmayın, diye çok direndiler. Başkan İbrahim Bey ve bizler kararlıydık.
Köy köy dolaşıyor, yeni caminin yapımı için buğday, arpa, para topluyorduk. Bir Ramazan günü Banaz’ın köylüklerine gitmiştik. Baban da vardı. O günkü aç kalışımızı hiç unutamıyorum.” Dedi.
Odada sobanın gürültüsü, odunların çıtırtısı, bir de yanan odunların arada bir devrilişi; bize, köy odasında son derece romantik bir kış gecesinin tam ortasında olduğumuzu hatırlatıyordu.
Yenilen yemekten sonra oradakilere, babamın, ilginç cami hikayesinin bilinmeyen yönlerini anlattım.
1995 Haziran’ı…
Yeni caminin inşaatında ikindiye kadar çalışan babam akşama doğru eve gelmiş.
Anam, kapının önünde komşu kadınlarla oturuyormuş.
“Siz oturun; ben abdest alıp camiye gideceğim” demiş ve içeri girmiş.
Giriş o giriş.
Bir daha o kapıdan sağ çıkmamış.
Yüzünü ve kollarını yıkayıp ayağını lavaboya kaldırdığında, kalbi yine sıkıştırmış ve öylece kalmış.
Ben o yıllarda Ankara’dayım.
Haberi alır almaz acının merkezine doğru bir yolculuk başladı.
Köyün göründüğü tepeye geldiğimde, vadiden tepelere doğru da hazin bir salâ sesi yayılıyordu.
Ağabeyimin sesiydi bu…
Babamın salâsını okuyordu…
Salâ sesi apansız kesildi.
Ağabeyim salânın arkasını getirememişti.
O gün, arkamda koca bir dağın yıkıldığını hissettim.
Karşı dağlar yerinde dursa da içimde bir yüce dağ yıkılmıştı.
Büyük bir kalabalık sessizce taşıyordu babamı.
Bir ömür boyu geçtiği evlerin önünden, dar sokaklardan son defa geçiyordu.
Kalabalık harman yerini ikiye bölen yola kadar gelmişti.
İçimi buruk bir acı kapladı…
Seher poyrazında harman savurduğumuz, güneşin bağrında düven sürdüğümüz harman yerinden geçiyorduk.
Bir alaca gömleğe bir yıl hizmet eden babam, şimdi bembeyaz elbiseler içinde son yolculuğuna uğurlanıyordu…
Anamın; “oğlum! Babanız, alaca bir gömlek için, bir sene boyunca köydeki bir ailenin hizmetinde çalıştı, ne yokluklar gördük biz.” deyişini hatırladım.
İçine düşen saman çöplerini kaşığın sapıyla ayıkladığımız sıcak tarhana çorbalarını gölgesinde kaşıkladığımız ağacın önünden geçiyorduk.
Acıların ve hatıraların hırpaladığı bitkin bir bedenle yürüyordum kalabalığın arasında.
Kabristana girmiştik.
Kalabalık bir topluluk onu uğurlarken, yine kalabalık bir topluluk onu bekliyordu.
Zengin-fakir, genç-ihtiyar, iyi-kötü ayırt etmeksizin zaman değirmeninin öğüttüğü herkes oradaydı.
Köyün en hakikatli yeriydi burası.
O gün köylülerin; “Süleyman Ağa gitti, şimdi camiyi nasıl tamamlayacağız” diye dedi-kodu ettiklerini duymuştum.
“Bunca hengameyi başımıza sardı ve bıraktı gitti” demeye getiriyorlardı.
Uzaktan, yakından duyan herkes o gün akın akın köye gelmişti.
Az sonra kazma kürek ve Kur’an sesleri arasında küçük bir tepecik oluştu. Babam bu tepeciğin, bu taze toprak yığının altında yatıyordu.
Teşekkür etme işini ağabeyim bana bıraktı.
“Sevgili Babacığım!
Hayatında her şeyi yarım bıraktın gittin. İyi evlat yetiştirmek büyük bir hayalindi ama olmadı, yarım kaldı.
Abdest almak istedin o da yarım kaldı. Cami yaptırmaya niyet ettin o da bitmedi…”
Sâlânı verelim dedik onun da arkasını getiremedik.
Ben hıçkırıklarımı tutamasam, sözlerimin arkasını getiremesem de; yüreği yaz güneşi gibi cömert insanları harekete geçirmeye yetmişti bu sözler.
Bir iş adamı; “arkadaşlar Süleyman Amca vefat ettiyse de bayrak yerde kalmamalı bu caminin bitmesi için gerekli parayı burada toplamamız lazım. ” dedi.
O gün, babamın taze toprak kokan mezarı başında caminin kalan inşaatını tamamlayacak kadar yüklüce bir para toplanmıştı.
Bildiğiniz gibi kısa sürede cami bitirildi.
Köylüler, “Süleyman Ağanın ölümü mü yoksa dirisi mi daha çok hizmet etti anlayamadık” dediler.
Soba, sohbetin ritmine göre hızını artıran bir at gibi koşuyor, gürüldüyordu.
Kemiklerimize kadar ısınıyorduk. Müsaade isteyip ayrıldığımda gece bir hayli ilerlemişti.
Köy kışlarını görmeyeli bir hayli zaman olmuştu.
Gittiğime değdi doğrusu.
İlkokulu birlikte okuduğumuz arkadaşlarımı görünce hem yaşlandığımın hem de köy kışlarını özlediğimin farkına vardım.