HARUN TOKAK

Kor kesilen sürahi

Zayıf bedeni fanilik rüzgârlarında titreyen nur yüzlü bir zat, kürsüde konuşuyordu.

Yüzündeki derin kırışıklıklara göre yaşı yetmişin üstünde olmalıydı.

İslam Alemi’nin asırlardan beri kanayan yüreği, Kerbela’yı anlatıyordu.

Hazreti Hüseyin derken içindeki hıçkırıkları, gözlerinden dökülen hüznü elinizle tutacak gibi oluyordunuz.

Dudakları susuzluktan kurumuş olmasına rağmen, önündeki sehpanın üzerinde duran su dolu sürahiye dönüp bakmıyordu bile.

Önünde duran buz gibi sudan bir yudum alsa bahar görmüş bir ağaç gibi kendine gelecek, canlanacaktı ama sanki suya biraz kalbi kırık gibiydi.

Madem cennetin reyhanları Kerbela’da susuzluktan solmuştu.

Madem, Fırat’ın suyu buz gibi akarken, ‘Su! Su!’ diye inleyen çocukların feryadına can dayanmamıştı, öyleyse bırakın sürahideki su da ağlasın, diye düşünüyor olmalıydı.

Öyle anlaşılıyor ki, Muharrem günlerinde aç kalarak, oruç tutarak, suya mesafe koyarak, Hazreti Hüseyin’e olan vefasını, sevgisini göstermek, Kerbela elbisesine bürünmek istiyordu.

İlerlemiş yaşına rağmen iki saati aşkındır konuşuyordu.

Yorulmuştu.

Nasıl içten nasıl yürekten konuşuyordu. Aman Allah’ım! Bu nasıl bir Peygamber sevgisi, nasıl bir evlad-ı Rasul muhbbetiydi?

Gözlerinden süzülen sıcak damlalar, yanaklarındaki kırışıkların oluşturduğu minik dereciklerden sızarak, gömleğine, ceketine doğru iniyor, dökülen her damla yüreğindeki alevleri teskin edeceğine daha da harlandırıyordu.

Hele; ‘Cihanın sahibinden bir yudum suyu kıskandılar ahh’

Fırat ağlar, Murat ağlar, zemin-i asuman ağlar’ derken ki hali görülmeliydi. Kendini iyiden iyiye salmış, bayılacak hale gelmişti.

Ara sıra salonun orasından burasından duyulan hıçkırık sesleri ve gözyaşları selinde sürdürdü konuşmasını; “O gün bir yudum suya hasret gittiler…

Muharremin onuncu gecesiydi, günlerden Cuma… Camilerde salalar okunuyordu.

Güllerin Efendisi’nin gül sesi, minarelerden göklere yükselirken, evlatları alevlere atılan bir gül demeti gibi Kerbela fırınında yanıyordu.

Kerbela’da kumlar bile susuzluktan ağzını açmış haşerat gibi su dileniyordu.

Fırat’ın suları hiç bu kadar mahzun akmamış, sular hiç bu kadar yüksekten düşmemişti.

Kadın, çocuk, yaşlı hepsi yetmiş üç kişi, koca bir ordu tarafından kuşatılmış, buz gibi akıp giden Fırat’la aralarına, etten kemikten bir duvar örülerek, çadırlara hapsedilmişlerdi.

Çöl yanıyor, çadırlar yanıyor, çocuklar yanıyordu. Su! Su! Feryatlarına can dayanmıyordu.

On Muharrem, Aşure günüydü…

Halbuki, Hazret-i Âdem’in tevbesi bu gece kabul olmuş, Hazret-i Nuh’un gemisi bu gün Cudi Dağı’na demirlemiş, Hazret-i Yunus balığın karnından bu gece kurtularak sahile vurmuş, Hazreti Eyyüb hastalıklardan bu gün şifa bulmuş, asanın dokunduğu Kızıldeniz İsrail Oğulları’na bu gün yol vermiş, Hazret-i İbrahim’e Nemrud’un ateşi bu gün gülistan olmuş, Hazreti Yakub, hasretine gözlerini verdiği oğlu Yusuf’a bu gün kavuşmuş, Ay parçası Yusuf kuyudan bu gün çıkmıştı ama onlar alevli tandır kuyusuna düşmüş kumrular gibi çırpınıyorlardı Kerbela cehenneminde.

Hazreti Hüseyin kendilerini kuşatan Yezit ordusunun kumandanına; ‘madem bu bela diyarından çıkış yok, öyleyse bu gece saldırılmasında; namaz kılalım, Rabbimize dua edelim, Kur’an okuyalım’ diye haber salar.

Son arzu kabul edilir.

Gece saldırılmayacaktır.

O gece son gecedir.

Hazreti Hüseyin yanındakilere; karanlık ortalığı bürüyünce Ehl-i Beyt’i birer ikişer alıp götürün, bu bela diyarından uzaklaşın” derse de, hiç biri bunu kabul etmez.

Kur’ana ve ibadete tahsisli son gecede, Hazreti Hüseyin Efendimiz pek bitkin ve susuzdur.

Sabaha doğru bir ara sürmeli gözleri kapanırsa da, kadınların; ‘düşman saldırıya geçti’ feryatları arasında uyanır. Bir ceylan hüznü vardır güzel gözlerinde.

Dedesi,”Hüseyin’im! Ben seni bekliyorum, bu gün bana kavuşacaksın” demiştir.

Gül devri günlerinin birinde, kardeşi Hasan’la el ele tutuşarak, düşe kalka mescidine doğru gelişlerini gören dedeleri, hutbe okuduğu minberden inerek onları yanına almış, sırtından düşüp bir yerleri incinmesin diye de secdesini uzatmıştı.

Dedelerinin koklamaya kıyamadığı peygamber çiçekleri şimdi Kerbela’nın kızgın kumlarında ayaklar altında çiğneniyordu.

Çocukken ağladıkları bir gün, annelerine; “Ya Fatıma! Bilmiyor musun? Onların ağlamaları beni üzer” diyen Güllerin Efendisi ve kadınlık aleminin sultanı olan anneleri, çadırın direğine dayanmışlar, kanadı kırık kuşlar gibi çırpınarak, güllerinin yanışını, dallarının kırılışını, yapraklarının koparılışını seyrediyorlardı.

Kainat Kerbela’ya kilitlenmişti.

Susuzluk dayanılamaz bir hal alınca Hazreti Hüseyin, atını coşkun akan Fırat’ın sularına doğru sürmüş fakat bir anda beş yüz asker birden karşısına dikilivermişti. Yine de avucuna su doldurmuş tam dudaklarına götürürken, talihsiz bir ok vınlayarak gelmiş ve alevli bir fırın tavanı gibi yanan damağına saplanmıştı.

Kan damlaşmıştı suya…

Kan….

O bir damla kan, nice canların içinde boğulduğu bir derya haline gelecekti.

Peygamberin susuz torunu, bir yudum suya hasret dönmüştü çadırlara.

O gün bugündür kan damlar kalbinden Alem-i İslam’ın…

Boyuna göre kılıç bulunamayan Ehl-i Beyt delikanlıları ve çocukları, bir bir doğranır Kerbela’da.

Hz. Hasan’ın emaneti, yüzü bir ay parçası gencecik Kasım, elinde, boyundan büyük bir kılıçla çadırlardaki kadınları, çocukları korumaya çalışır.

Lime lime olmuş elbisesinin her yanı kan lekesidir…

Bir ara, bağı kopmuş ayak sandallarından birini bağlamaya çalışırken başına inen bir kılıç darbesiyle kızgın kumların üzerine yüz üstü düşer.

O an ki çöl yangınlarına karışıp giden;”Amcaaa!” Feryadına canlar dayanmaz. Bir çığlık kopar çadırlarda.

Hz. Hüseyin’de tam otuz üç kılıç yarası vardır ve atının üzerinde zor durmaktadır.

Çadırlardaki kadınlarla da irtibat kesilmiştir. Sırtından giren bir mızrakla atından yere düşer. Kanlı yüzü kızgın kumlara batarken dudaklarından şu sözler dökülür;

“Bu gün Cuma’dır ve namaz vaktidir. Minarelerde adı anılan, minberlerde salavat getirilen benim dedemdir.”

Dünyanın bütün minareleri salaya durmuş gibidir.

Kerbela’dan yükselen kadın ve çocuk feryatları minarelerden yayılan sala seslerine karışır.

O gün bu gündür gözlerimiz Fırat, yüreklerimiz Kerbela’dır….”

***

Konuşma uzadıkça uzuyordu.

Sözler, o zayıf, o nahif insanın dudaklarından sıcak su kaplıcalarındaki şelaleler gibi dökülüyordu.

İyiden iyiye yorulmuş, dudakları iyice kurumuştu. Sehpanın üzerinde duran sürahiye hala dönüp bakmıyordu.

Nihayet boyu-posu yerinde güzel ve zarif bir genç kız, daha fazla dayanamadı ve bir sülün gibi süzülerek, sehpanın üzerinde duran sürahiyi kavrayıp, boş bardağı doldurdu.

Sürahiden akan suyun tatlı şırıltısı yayılıverdi yangın yeri yüreklere

O ulu kişi, Kerbela gecesi kadar siyah ve gamlı gözlerle önce kıza, sonra su dolu bardağa baktı.

Sustu…

Sonra zarif bir el hareketiyle bardağın ağzını kapayarak;

“Kızım! Mah-ı Muharrem’de suya dikkat eder, suya mesafeli dururuz,” dedi.

Kız bir anda yıldırım çarpmışçasına titredi. Elindeki sürahi kor kesilmişti.

Düştü, düşecek.

Genç kız, sol elinde kor kesilen sürahi, sağ elinde alev alev tutuşmuş bir bardakla birlikte; Kucağında İsa taşıyan soylu kadın Hazreti Meryem gibi öylece dineldi kaldı.

One thought on “Kor kesilen sürahi”
Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.