Gurbetteki ilk öğretmen
Gecenin bir vakti telefonum çalıyor, kalkıyorum. Bir Hak dostu; ‘Bu gece, Muharrem’in ilk gecesi, Güllerin Efendisi’nin kutlu yolculuğu bu gece başladı, siz de bu geceyi uyku ile geçirirseniz halkı kim uyandırır, gündüz de oruçlu olmak lazım’ diyor ve kapatıyor telefonu.
Kalkıp perdeyi aralıyorum.
Soğuk kış rüzgârları uğulduyor dışarıda. Siyah bulutlar oradan oraya koşturuyor. Göklerde yolculuk var.
Saate bakıyorum.
Dört suları.
‘Bu adam geceleri hiç uyumaz mı Yarabbi?’ diyorum.
Allah’ın ne kulları var?
Şu soğuk kış gecelerinde, yüreklerinden fışkıran ışıktan kanatlarla seccadelerinin üzerinden nurlu ufuklara kanatlanan, gündüzleri de, sırtlarındaki hırpani elbiselerle halkın arasında dolaşan bu derviş ruhlu kullar, mahallelerin manevi bekçileri gibi görev ifa ediyorlar.
Gecenin sırtını sabaha dayadığı bir anda beni uyandıran bu telefonda, zamanı başlatan adımların ayak seslerini duyuyorum.
Mekke ile Medine arasında nice kervanlar gelmiş gitmiş, nice ayaklar o kumlarda yürümüş fakat hepsi çöl rüzgârlarıyla silinip gitmişti.
Ama bu adımları zaman silemeyecek, fırtınalar örtemeyecekti.
Daha bir yıl önce Güllerin Efendisi tarafından İslam’ın ilk öğretmeni olarak Medine’ye gönderilen genç muallim Mus’ab, bir gece vakti yetmiş iki öğrencisiyle çöl keklikleri gibi ay ışığında parlayan Akabe Tepesi’ne konarak, Medine’nin anahtarlarını Güllerin Efendisi’ne sunmuştu.
Medine’nin kerpiç evleri, genç Mus’ab’ın, iman ışığı ile kandil kandil aydınlanmaya başlamıştı.
Kapı kapı dolaşmış, ev sohbetleri yapmıştı.
Bir gün bahçede yeni öğrencileri ile birlikte otururken Sa’d bin Muaz öfkeyle gelmiş ve acilen Medine’yi terk etmesini istemişti.
“Ne olur beni bir dinleyin anlattıklarım hoşunuza gitmezse, giderim” demişti.
Sad’ın Müslüman olması Medine’de Ömer coşkusu meydana getirmiş ve bütün şehir, gün batımına kadar Müslüman oluvermişti.
Bir vakitler Mekke gençlerinin göz bebeği Mus’ab, şimdi yetmiş öğrencisiyle ay ışığının aydınlattığı Akabe Tepesi’nde Güllerin Efendisi’nin huzurundaydı.
Mutluluğu yüzünden okunuyordu.
Genç, ihtiyar, çocuk, kadın hepsi birden;
‘Gel Ya Rasulullah! Bahardır, bekliyoruz yıllardır,’ diye yalvarıyorlardı. …
Ve Medine Müslümanlara hazırdı. Büyük dava Mus’ab’la merkezden muhite sıçramıştı.
O kutlu buluşmadan sonra Mekke kumrularını birer ikişer Medine ufuklarına doğru uçurmaya başlıyor ve kutlu kervanlar, kandil kandil yanan Yesrib’e doğru akıyordu.
Yollarda göç vardı. Kutlu kervanlar yollardaydı.
Bütün zamanların en kutsal göç hareketiydi bu.
Işık süvarileri, ateş böcekleri gibi gündüzleri saklanıp, geceleri yol alıyordu.
Boş evlerin kapılarının, çöl rüzgarlarında hazin sesler çıkardığı Mekke, her geçen gün boşalıyordu.
Muharrem Ay’ı geldiğinde Güllerin Efendisi’nin yanında sadık dost hazreti Ebu Bekr ve Hazreti Ali’den başka Mekke’de kimsecikler kalmamıştı.
Bir telaş sardı Mekkelileri.
“Bölük bölük gittiler… Artık ne pahasına olursa olsun onu öldürmeliyiz, onun gitmesine izin veremeyiz”
Plan tamamdı. Her kabileden bir genç elinde mızrakla Güllerin Efendisi’nin kapısının önünde duracak, çıkar çıkmaz hepsi birden üzerine üşüşeceklerdi.
Muharremin ilk gecesiydi.
Allah Rasulu yatağına Hazreti Ali’nin yatmasını istedi.
Hazreti Ali hiç tereddüt etmeden bir gül yatağına uzanır gibi uzanıverdi ölüm yatağına.
Güllerin Efendisi, Yasin Suresi’ni okuyarak çıktı kapıdan.
Karanlıkta gölgeler…
Üzerlerine toprak serperek geçti gitti aralarından.
Gün ışıdığında her şeyi fark ettiler.
Her tarafı didik didik aradılar. Bakmadık delik bırakmadılar.
Yok… Yok…
İki kutlu yolcuyu saklayan mağaranın kapısına kadar geldiler.
Örümceğin ağ bağlamış, güvercinin yuva yapmış olduğunu gördüler.
‘Örümcek, ne havada, ne suda, ne yerdeydi… Örümcek ‘Hakkı görmeyen gözlerdeydi!’
Üç gün sonra mağaradan çıkıp, Medine’nin yolunu tutular.
Mekke atlı- yaya peşlerindeydi.
Cihanın en merhametli medeniyetine beşiklik edecek olan Medine ufukları can atıyordu Güllerin Efendisi’ne kavuşmaya.
Medineli çocuklar “bir ay doğdu üzerimize” türküsünü söylemeye hazırlanıyor, incecik hurma dalları çöl rüzgarlarında heyecanlı ve telaşlı sağa sola salınıyordu.
Ve Veda Tepesi’nden bir ay doğuyor Medine’ye. Medine ışık sağanağında yıkanıyor. Yuları omzuna bırakılmış olan Kusva, Medine sokaklarında geviş getirerek ilerliyor.
Gül devri başlıyor Medine’de.
İlk iş mescit…
Bilal-i Habeşi günde beş defa Medine minaresine, Güllerin Efendisi de ipek sesiyle mescidine can veriyor.
Bir gün Medine mescidinde bir köşede eski püskü elbiseler içinde oturuyordu.
Güllerin Efendisi mahzun oldu. ‘Şu Mus’ab’a bakın! Bir zamanlar Mekke’de anne babasının yanında ondan rahatı yoktu. Mekke’de herkes ona bakar, imrenirdi. Ama o Allah sevgisini tercih etti.’
Medine’nin, iklimine, suyuna alışamamışlardı Muhacirler.
Mekke, Muhacirlerin burnunda tütüyordu.
Bir araya geldiklerinde gizli gizli Mekke türküleri söylüyor, gönülleri doğdukları topraklara akıyordu.
Güllerin Efendisi duydu olanları.
Ellerini kaldırarak; ” Allah’ım! Mekke’yi sevdirdiğin gibi Medine’yi de sevdir” diye dua etti.
Mekkeliler intikam peşindeydi.
Bedir’den sonra sıra hep ürpertilerle anılacak olan Uhut’a gelmişti.
Sancak, genç muallim Mus’ab’taydı. Sırtında Güllerin Efendisi’nin cübbesi…
Önünde oluşturulan etten duvar parça parça oluyor ve kılıçlar Güllerin Efendisi’ne kadar erişiyordu.
O gün, başta şehitlerin efendisi Hazreti Hamza olmak üzere nice yiğitler doğranmış, Müslümanların onuru kırılmıştı.
Gökçek yüzü çok benzediğinden bir müşrik, Güllerin Efendisi sanarak Mus’ab’a saldırmış, kılıç darbesiyle bir ağaç dalı budar gibi budamıştı sağ kolunu. Sancağı sol eline almış, o da bir dal gibi kopunca, kopuk kollarıyla bağrında tutmaya çalışırken, yere yıkılmıştı.
Gün guruba doğru koşarken Güllerin Efendisi; önünde duran sancaktara; ‘Mus’ab’ diye seslenmiş, o garip adam geriye dönerek ‘ben Musab değilim’ diye cevap vermişti.
Halbuki tıpkı Mus’ab’tı.
Mus’ab, daha savaşın ilk saatlerinde düşmüş, bir melek onun suretine girerek sancağı gün boyunca taşımıştı.
Sokaklardan geçerken kızların, kadınların kapı ve pencerelere çıkarak “Mus’ab geçiyor!” diye bir birlerine seslendikleri, güzelliği dillere destan, ışık süvarilerinin öncüsü genç öğretmen, kızgın kumlara başını saklamış öylece yatıyordu.
Güllerin Efendisi yanına gelerek;
“Müminlerden öyle yiğitler vardır ki Allah’a verdikleri sözü yerine getirip sadakatlarını ispat ettiler…” ayetini kanlı yanaklarından süzülen göz yaşları içinde okumuş ve;
” Biliyor musunuz Mus’ab neden yüzünü saklıyor? Müslüman olduğunda beni hep koruyacağına söz vermişti, “gözlerimin önünde ona bir şey olursa dayanamam, Allah bana sorarsa ‘Mus’ab! Neden sözünde durmadın’ ben ne cevap veririm” diyerek, başını sakladı.’ demişti.
Üzerindeki elbise, bir ağaç gövdesi gibi budanmış kanlı bedenini örtmüyordu. Güllerin Efendisi; ” Başını örtün ayaklarına da ızhır otu koyun” buyurdular.
Gecenin bir vakti telefonum çalıyor, kalkıyorum.
Bir Hak dostu;
‘Zamanı başlatan adımlar bu gece atılmaya başladı’ diyor.
Kalkıp perdeyi aralıyorum.
Soğuk kış rüzgârları uğulduyor, dışarıda. Gökte bulutlar, kutlu kervanlar gibi koşturuyorlar. Medine’den kanatlanan kumrular uçuşuyor ufuklarda. Yollarda yine ışık süvarileri.
Gökçek yüzlü Mus’ab’ın öğrencileri Asya’ya, Afrika’ya, Buzullara yeni bir medeniyet inşası için koşuyorlar.
Çünkü medeniyetlerin mimarları muhacirlerdir.