HARUN TOKAK

Şerife Bacı

Sabahtan beri yollardayız. Ilgaz’a vardığımızda gün, dağların ardından guruba gidiyordu.

Vefalı ağabey Aysal Bey’le birlikteyiz. Yolculuğumuzun burasında, ufuklara doğru uzayıp giden dağ yolunun iki yanındaki çam ağaçları, yıllardan beri sinelerinde saklayıp durdukları dertlerini, hep bir ağızdan bizlere fısıldamaya başlıyorlar.

Bir iç çeker gibi duruyor, sonra yeniden inliyorlar.

Bazen, bir dağdan bir dağa, bir gelin duvağı yetiştirir gibi bembeyaz bulutlar koşuyor.

Kastamonu’ya gidiyoruz.

Küçük Ömer Faruk’un sünnet merasiminde bulunmak muradımız.

Babası Adem Öğretmen, bir zamanlar Ergenekon destanın yazıldığı mavi gökler ülkesi Moğolistan’a yeni bir destan yazmak için gitmiş ve bir daha dönememişti.

Gurbet ellerde son nefesini verirken; “Beni buralara, bu topraklara gömünüz” demiş, eşi de bağrına taş basarak çok sevdiği kocasını, bozkırın bağrına bırakmış ve oğlu Ömer Faruk’la birlikte ülkesine boynu bükük geri dönerek, memleketi Kastamonu’ya yerleşmişti.

Yol boyunca konuşup durduğumuz küçük Ömer ve annesinin katlandığı onca fedakarlık, Ilgaz Dağları’nda yıllardan beri çağıldayıp duran Kastamonulu kahraman kadınların fedakarlık ırmağına karışıverdi.

Her dağın bir ruhu vardır ama Küre-Ilgaz Dağları fedakar ruhların otağıdır.

Yamaçlarında hala kağnı gıcırtıları yankılanıyor, hala kağnı sesleriyle bir birlerine sesleniyor bu dağlar.

Ah! Bu dağlar bir dile gelse de konuşsa… Hayalim, beni elimden tutarak Milli Mücadele’nin İstiklal geçidi olan bu dağ yolunun yamacında duran ulu bir çam ağacının yanına götürüyor.

O çileli günlerin canlı şahidi olan bu çam ağacı kulağıma neler fısıldıyor, neler…

“Akşamın alaca karanlığı…

Hava iyiden iyiye bozmuş…

İncecikten bir kar, uzun hava ağıt gibi, “elif elif” diye yağıyor…

Kağnı kolunun en sonunda, alaca bir önlük kuşanmış, başına benli bir şal örtmüş, sırtında altı aylık Elif bebeği ile kar üstünde açılmış tek tomurcuklu bir gül gibi Şerife Bacı ilerliyor.

Çok sevdiği kocasıyla sadece iki ay evli kalabilen, kocasının, bir kor gibi yüreğini yakan şehadet haberi Çanakkale’den geldiğinde henüz on altı yaşında olan Şerife Bacı…

‘Güzeldir, tazedir, dul durması doğru değildir’ diyerek, bir bacağı ile bir gözünü Çanakakle’de bırakan bir gazi ile evlendirilen ve o evlilikten de Elif bebeği dünyaya gelen Şerife Bacı…

Nice şehit anaların oğlunun acı haberiyle yıkıldığı, nice gelinlerin hayata küstüğü, nice umutların baharında solduğu yıllar…

1921 Kışı…

Şerife Gelin, bağ-bahçeden döndüğü bir akşam vakti köyde tellal ünlenir.

Cuma günü her haneden bir kağnı,

İnebolu’ya yük taşımak üzere gidecektir.

Kocasının bir bacağı olmadığından kağnıyı Şerife Bacı götürecektir.

Yükünü alan kağnı yola çıkar. Yollar kağnı sesleri ile inler.

Şerife Bacı, İnebolu çıkışına kadar sırtında taşıdığı Elif’i için top mermilerinin arasında bir yer açar. Mermileri örttüğü yorganın bir ucuyla da Elif’ini örter.

Öküzlerin ardına geçip, “haydin yavrularım gâh!” der.

Kağnı kolu, ikindiye doğru bir subaşında mola verir. Kafile başkanı, bir kolunu Çanakkale’de bırakmış olan aksakallı İhtiyar bir gazidir. Şerife Bacı, açlıktan ağlayıp duran Elif’ini kucağına alır.

Biraz uzaklaşır ve sırtını kafileye doğru dönerek emzirmeye başlar. İhtiyar Gazi, başını havaya kaldırdığında, olacakları sezer.

“Ben bu havanın durumunu beğenmiyorum. Bunun sonu fırtınadır, tipidir. Eğer bir başlarsa çok da uzun sürer. Bulunduğumuz yerden bir adım atamayız, hapsolur kalırız. Oysaki Kastamonu’ya ne kadar da yaklaşmıştık” der.

Bir an önce Kastamonu’ya varabilmek için yola koyulurlar. Bir müddet sonra ortalık kararır. Kağnıların gıcırtıları, ormanın uğultuları, kurtların ulumaları bir birine karışır. Gecenin karanlığında, sıra sıra giden kağnıların başındaki kadınlar, ellerindeki fenerlerle muhteşem bir manzara oluşturmaktadır.

Ellerinde meşalelerle dağ yollarında tek sıra halinde yürüyen, üzerine nur inmiş, rüyalardaki ruhaniler gibi yol alırlar.

Gece yarısına doğru gökyüzü simsiyah olur.

Fırtına başlar.

Rüzgâr ve kar şiddetini iyiden iyiye artırır. Sabah uzaktır.

Şerife Bacı’nın asıl korkusu, top mermilerinin göçüp kaymasıdır.

Ya biricik Elif’i altında kalır ezilirse, ne yapar o zaman.

Kara öküz iyice yorulmuştur, boynunu eğer ve olduğu yere aniden çöküverir. Şerife Bacı:

Yanına varır, yalvarırcasına başını okşar, titreyen sesiyle:

“Haydi kara tosunum. N’olur yatma kalk. Boyunduruğa ben de koşulayım, bak, kağnılar gidiyor, ne yaparım ben bir başıma, ağaçların bile korkudan bir birine sokulduğu bu dağ başında” der.

Şerife Bacı, öküzlerin yularını arabanın okuna takarak kara öküz tarafına geçip eğik boyunduruğa öyle bir yüklenir ki, göğsünden bütün vücudunu kaplayan bir ıslaklığın yayıldığını fark etmez bile.

Bu dağlarda kaç defa kara öküz yatmış, kaç defa boyunduruğu Şerife Bacı göğüslemiş, bunların artık sayısını unutmuştur…

“Elif’im uyanmadan Kastamonu’ya varabilseydim bari”, der.

Soğuktan donmak üzere olan elinden üvendire iki de bir karların üstüne düşer.

İyiden iyiye üşümüştür. Çene kemikleri birbirine vurur. Bir ara kayarak düşer. Yıkıldığı karlar içerisinden çabalayıp kalkarak güç bela kağnının üzerine çıkar. Elleri ve ayakları donma noktasına geldiği için kağnıya binerken zorlanır. Kağnının üzerinden öküzlere kısık sesiyle ve belki de son defa “haydin yavrularım gâh!” der. Sesi yavaş yavaş kaybolur, yavrusu Elif ağlamaktadır ama ona ulaşmak Ilgaz Dağları’nı aşmaktan daha zordur.

Uzağındadır, çok uzağında. Yine de uzanır, abanır Elif’ine doğru.” Elifim! Talihsiz yavrum, üşüyor musun, açıktın mı? Bu sözler, Satılar Köyü’nün alımlı ve asil ruhlu genç kadınının son sözleridir.

Önce tatlı bir uyku bastırır kestane rengi gözlerinin kalem kirpiklerini, sonra bütün ışıklar söner ve her şey karanlığa gömülür.

Gün, Küre ve Ilgaz Dağları’nda ışımaya başladığında takvimler 21 Aralık 1921’i göstermektedir.

Kışlanın önünde, top mermilerinin sıkı sıkıya örtüldüğü kağnının öküzleri, büyük bir görevi yerine getirmişçesine keyiflerince geviş getirmektedir. Üstü karla kaplı genç bir kadının, bir elinde övendire, kollarını gererek yorganın üzerine abanmış ve öylece kaskatı kalmıştır.

Rönesans ressamlarının hayallerinin erişemeyeceği kadar muhteşem bir tablodur bu.

Beyaz mermerden yapılmış bir abide gibi yüz üstü yatan genç kadının üzerindeki karları temizleyerek kol ve bacaklarından tutup kaldırdıklarında, yorganın altından birdenbire bir çocuk çığlığı duyulur.

Otlara sarılı top gülleleri arasında yerleştirilmiş çulların içinde kundaklı bir kız çocuğu…

Şehid ana, ölene kadar bedeninin sıcaklığını yavrusuna vererek onu donmaktan korumuştur.

***

Sabahtan beri yollardayız.

Ilgaz Dağları’na vardığımızda gün, dağların ardından guruba doğru koşuyordu.

Burada, Dağlar hala kağnı sesleri ile bir birine sesleniyordu.

Kastamonulu kahraman kadınlar Ankara’ya, Sakarya’ya cephane taşıyordu. Kafile başkanı, aksakallı ihtiyar bir gazi…

Bir kağnı başı-boş gidiyordu.

Güzel ve soylu kadın Şerife Bacı, kardan bir gelinlik giymiş kestane rengi melal gözleriyle, karda açan bir gül gibi, dünyada doyamadığı şehit sevgilisinin siyah gözlerine gidiyordu.

Ve incecikten bir kar yağıyordu Ilgaz Dağlarında;

“Elif Elif!” diye.

Başı- boş giden kağnıda, top mermileri arasında bir bebek ağlıyordu.

Baktım Elif bebek…

Anasının arkasından ‘Anacığım! Beni kime bıraktın?’ diye ağlıyordu.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.