Kahve kokuyor kitaplar
Son zamanlarda arka arkaya açılan kahve kokulu kültür merkezlerini duydukça, “acaba küllenmiş bir kültür yeniden mi diriliyor? Bir zamanlar kıraathanelerin,kahvehanelere karşı kaybettiği mücadelenin tatlı bir rövanşı mı yaşanıyor?” diye düşünüyorum.
Geçmişte, köylerde, köy odaları; kasaba ve kentlerde ise, kıraathaneler birer kültür merkezi görevi görürdü.. Mini bir üniversite gibi çalışırdı bu yerler; Sizin anlayacağınız; ocakta kahve, sedirde ya da masada insanlar pişerdi.
Müterake yıllarında da kıraathanelerin, millî ruhumuzu coşturmada büyük hizmetler gördüğünü biliyoruz.
Ocakcısından müşterisine birer zarafet timsali olan bu mekanlar kültürel hafızamızda önemli bir yer edinmişlerdir.
Şimdi tekrar Cağaloğlu’nda, Beyoğlu’nda “kahve kokulu” kitap mekânları açılırken bir zamanların kıraathanelerine dair tatlı hatıraları bize nakledenlerin kendilerinin de bugün bizim için birer hatıra oluşlarını hüzünle hatırlıyorum.
Antalya’da tanıdığım Rahmetli Halil Efendi’nin bu tatlı hatıraların arasında önemli bir yeri vardır bende.
Halil Efendi heybetli bir insandı.
O yıllarda henüz daha ruhu rantiyecilere icara verilmemiş taş döşeli dar sokaklarda başını önüne eğerek yürürdü. Sanki mahşere doğru yürüyor gibi atardı adımlarını.
Gözleri güzeldi, samimiydi, manalıydı, derin bakardı.
Vakarıyla kavga ediyor sanırsınız siyah gözlerini. Bir tahsili olduğunu sanmıyorum ama
İslam’ın vakarını bir sorguç gibi taşırdı üzerinde.
Sizi çeken bir şeylerin olduğunu hemen hissederdiniz ikliminde.
Tam bir Osmanlı beyefendisiydi. Az konuşması, onurlu ve hüzünlü duruşuyla zarafet abidesiydi.
Huzur, bu insanın yüzünde her daim misafirdi. Onuru, vakarı, huzuru bir şahsiyet çizgisi haline getirmişti.
Büyük oğlu Hüseyin Tulpar Hocaefendiyi tanımayan yoktur. Hüseyni makamındaki hüzünlü, heyecanlı ve ritmi yüksek tatlı besteler gibidir hayatı. Huzurunda, ötelerin en tatlı esintileri ile ürperir yüreğiniz.
Halil Efendi, vakti zamanında İki kapılı handa, yemeniciler çarsısındaki arastada sarraciye işleri yapıyormuş.
Ehil olmayan saraçların diktiği hamutlar, hayvanın boynunu yara yapınca çaresiz çiftçiler Halil Usta’ya koşarmış.
“Ne olur! Tarlam sürülmeyi bekliyor, hayvanın boynu yara içinde, bahtına düştüm Halil Usta” derlermiş
Halil Usta öyle bir hamut yaparmış ki hem zavallı hayvanın boynu iyileşir, hem de çiftçi tarlasını sürermiş.
Antalya yöresinde Halil Usta’nın namı almış yürümüş.
Dua edenlerin haddi hesabı yokmuş.
Halil Usta, insanın emeğiyle, alın teriyle şahsiyet kazanmasının, kendi mutluluğunu başkalarını mutluluğunda bulan insanımızın en güzel, en son temsilcilerindendi.
Ara sıra mahallenin mütevazi mabedi Kavaklı Mescide uğrardı.
Kavaklı Mescid; alçak boylu, alçak gönüllü ve nurani bir dervişe benzeyen küçük fakat sevimli bir mabetti. Beton blokların arasında zamana direnen bu mütevazı mescidin bir de kendisi gibi fahri bir müezzini vardı:
Civan Dede…
Nasılsın dediğimizde “civan gibiyim” derdi.
Hâlâ kulaklarımızda Civan Dede’nin okuduğu ezanlar yankılanır.
O ne içten okuyuş Ya Rabbi! O yaşta o sese, o nefese hayran olurduk.
Halil Efendi bir ikindi vakti yine Kavaklı mescide geldi. Sırtındaki gri kalın paltosu kışın ilk soğuklarının habercisiydi.
Namaz esnasında yağmurun hızını artırdığı belli oluyordu. Yosunlu kiremitleri yumrukluyordu yağmur. Gök, bütün ordularına sefer emri vermiş gibi gürlüyordu. Bulutlar çarpışıyor, şimşekler çakıyor, zirvelere indirmeler yapılıyor, yıldırımlar parlıyordu.
Namaz bittiğinde hâlâ gök neyi var neyi yoksa boşaltıyordu. Evleri yakın olanlar bi koşuda dağılsalar da biz üç beş kişi beklemeye durduk.
Halil Efendi diz çökmüş, derin bir tefekkür içindeydi. Dünyada iğreti durduğu her halinden belli oluyordu bu insanların.
Önünde bir hale oluşturduğumuzda, derin bir uykudan uyanıyormuş gibi gözlerini açtı.
Bize bir şeyler anlatmasını istedik. Tane tane başladı konuşmaya.
“Eskiden kıraathanelerimiz vardı. Bir zaman bu kıraathanelerimizden birisinde hoş bir olay yaşanır.
Bir sabah erkenden kıraathaneye bir misafir gelir.
Kahve kokusunun duvarlara, sedirlere, masaların üstündeki çuha örtülere iyicene sindiği kıraathanede demlik buhar buhar kaynamaktadır.
Kahveci, biraz sonra sökün edecek müşterilere hazırlık telaşındadır.
Zarif bir insandır. Misafirine “size ne ikram edeyim efendim” der.
“Bir sade kahve lütfen”
Misafir tek başına kahvesini yudumlarken daimi müşteriler de tek tek dökülürler.
Misafir kahvesini içtikten sonra tabağın kenarına on para bırakır ve usulca ayrılır.
Burada herkes birbirinin aşinasıdır.
Bu olay, ne zamandan beri kahveyi on paraya çıkarmak isteyen kahveciye cesaret verirse de, duruma muttali olmasına rağmen daimi müşterilerden birisi yine kahvesini afiyetle yudumladıktan sonra tabağın kenarına beş parayı bırakır.
Kahveci, kahveyi on para yaptığını söyleyemez ama bir kağıda;
“Kahve Yemen’den gelir yolları ırak
Beş para idare etmiyor on para bırak” diye yazar ve kibar bir şekilde önüne bırakır.
İkiye katlı kâğıdı açarak okuyan müşteri, kâğıdın arkasını çevirir ve şu sözleri yazar.
‘Kahve Yemen’den gelir yolları sapa
Beş para idare etmiyorsa kahveyi kapa
On para veren gelir geçer
Beş para veren her gün içer’ mısralarını yazarak kahveciye uzatır.
Eskiden, kahvecisi de ocakçısı da, ilme irfana aşina insanlardı.” Derken huzur hüzmeleri süzülüyordu nurlu siyah gözlerinden. Türbesi ışıksız aydınlanan bir derviş nuraniyetindeydi yüzü.
Biz, kaptırmış can kulağı ile dinlerken,”Yağmur da hafifledi ben gideyim artık” dedi.
Bir dev gibi dizleri üzeri doğruldu ve “Allaha ısmarladık” diyerek tuttu evinin yolunu. Sırtında uzun gri paltosu, başını önüne eğmiş, yine adımlarını sayarak taş döşemeli dar sokakta yürüyordu.
Sanki mahşeri adımlıyordu.
Kumluca Otelinin bulunduğu sokağın köşesini dönünceye kadar baktık arkasından.
Yağmur da incecikten yağıyordu.
Belki de bu bizim onu son görüşümüzdü.
“Allaha ısmarladık” deyip gitti o insanlar