Çoban çantası…
Her yaz ayrılırken yüreğimin yarısı köyde kalır.
Bahçe kapısının önünde anam yaşlı gözlerle uğurlar bizi.
Bu, hemen her yaz tekrar edip duran ve hiç değişmeyen bir sahnedir; bu yaz da öyle oldu; anam yine kapının önünde, gün batımını andıran hüzünlü sokakta kalakaldı bir başına.
“Bu ayrılık bize ölüm oğlum” diyerek, hazin hazin ağlayaraktan, beyaz yaşmağının ucuyla, gözlerinde biriken billur yaşları silerken;
“Vardığınızda arayın, merakta koman beni” dedi.
Ah ayrılık…
Yıllar ilerledikçe daha bir zor oluyor, anadan, köyün girişindeki serin serviler altında sessizce yatan babadan, akrabadan, konu komşudan ayrılmak.
Her yaz köye vardığımda anamı, ya bahçede fidanları sularken ya da duvarları beyaz toprakla sıvalı bir pencerenin arkasından yolu gözlerken bulurum.
Çocukluk anılarımın sergilendiği toprak evin ışığı gibidir o.
Titrek bir ışık…
Sanki bin yıldan beri hep yanıp duran bir ışık.
Yokluk ve çile yıllarının kor ateşlerinde yanmış ve şimdi evlatlarının, o korların alevinde aydınlandığı bir ışık.
Bir gün o ışık sönünce, anılarımın karanlığa gömüleceği gibi sinsi bir his sızlatır yüreğimi.
Benim gibi köy kökenli kuşağın her birinde her yaz hep bu duyguların depreştiğini düşünürüm.
Yaz, bizim için biraz annemiz, biraz köyümüz, biraz da çocukluk anılarımız demektir.
Karşı komşu evin, şehirde oturan çocuklarından birinin, köye geldiğinde; duvarları yıkılmış, harabeye dönmüş, enkazında yabani otlar bitmiş evlerinin o perişan haline bakarak nasıl hıçkıra hıçkıra ağladığını anlattı, anam.
Şimdilerde tütmeyen o yıkık ocaklar; bir zamanlar ateşinde pişen, mahalleye kokusu yayılan leziz yemeklerden, anne-babalarıyla, kardeşleriyle mutlu oldukları günlerden haber veriyor, yaşlı gözlerle bakan evlatlarına.
Her yaz köye vardığımda, eski güzel günlerin o acı tatlı anıları, kendilerine mekan edindikleri cansız eşyaların içlerinden, mezarlarından kalkar gibi dirilir ve hepsi bir bir karşıma dikilir.
Ben anıların arasında, mahşerde kabrinden yenice kalkmış ve şaşkın gözlerle etrafına bakınan bir insan gibi kalakalırım.
Bahçedeki kaysı ağacının komşu avluya uzanan dalında asılı duran, üzerine yağan yağmurlarla küf bağlamış tırpan; yaz güneşinin darağacı gibi başımıza dikildiği dakikalarda , birlikte ekin biçtiğimiz günlerden haber veriyor.
Duvarın bir köşesinde dayalı duran yaba, harman yerinde yıldızların altında yattığımız gecelerden, seher vakti esen poyrazlarda savurduğumuz harmanlardan emareler taşıyor.
Toprak duvarın bir köşesine yaslanmış öylece duran el değirmeni taşları…
Gün boyunca, bağda bahçede çalışan kadınların yorgun kolları ve maharetli elleriyle döndürdükleri değirmen taşlarının seslerine bir de temiz yüreklerinden yükselen coşkulu türküleri karışırdı.
Gecenin karanlığında, mahalleye yayılırdı o yanık türküler.
O türküler, şimdi bir ağıt gibi yükseliyor, bir duvara yaslanmış, yorgun ve yuvarlak taşlardan.
Hemen bahçenin girişinde duran, bir zamanlar, yağmurlu günlerde toprak damlı evlerin üstündeki kum ve toprakları sıkıştırmaya yarayan loğ taşları…
Yorgun duvarlarda ağır bir kolye gibi asılı duran sapsız kürek ve kazmalar…
Ama bütün bunların içersinde birisi var ki benim için çok öte anlamlar taşıyor.
Çoban çantam…
Her yıl, evin girişinde daim aynı toprak duvarda asılı duran, kilim motifinin en güzel desenleriyle dokunmuş bu “çoban çantam” karşılar beni.
Yıllardır hep aynı yerde öylece durur.
“Nasılda, tembel bir çocuk gibi hep sırtına binerdim” der gibi muzipçe güldüğünü hissederim.
O benim çobanlık yıllarımın “ekmek torbası”ydı.
O benim çoban çantamdı,
hatıra defterimdi,
kara kutumdu.
Bir çoban dağda ölür veya öldürülürse ekmek torbası gelirdi köye.
Bazıları günlük tutar, anılarını yazar, ben, babamın yoksul olduğu yıllarda kalem ve defter alacak para bulamadığım için, anılarımı işte o torbaya doldururdum.
Şimdi, yanına varmağa, ona dokunmaya korkarım. Anılar bir bir içinden fırlayıverecekmiş, kaçıp bir daha geri dönmeyecekmiş gibi gelir bana.
Hele içini açmaya hiç cesaret edemem.
Çocukluk yıllarıma ait acı tatlı bütün anılarım, büyük bir korkuyla birbirine sokulmuş masum ve çaresiz çocuklar gibi gözlerimin içine bakıverecekler gibi gelir.
Yüreğimin buna dayanamayacağını düşünürüm.
Anam, her gün onun içine biraz ekmek, bir-iki kelle soğan, varsa bir dilim peynir kor ve sırtıma asardı.
Önüme kattığım hayvanlarla o dağ senin bu dere benim dolaşırdım akşama kadar.
Susuz dereleri, koyakları, sık ormanları birlikte geçerdik.
Bir gün kavak çeşmede, bir gün İdris’in çeşmede, bir başka gün bir başka çeşme başında…
Çoban arkadaşlarımızla, torbalarımızda ne varsa çıkarır, çimlerin üzerine bağdaş kurar ve Allah ne verdiyse birlikte yerdik.
Hemen dibimizde şırıl şırıl sesini bize duyuran çeşmeden avuçlarımızla su içerdik.
Ne güzel günlerdi…
Ekmek çantası, çobanın namusudur. Korucular, torbalarımızı almak için hep pusuda olurdu.Evine torbasız dönenler, başı önde gizlice girerlerdi köye, kimseye göstermeden evden alıp götürdükleri iki yumurtayla, trafık polisine ehliyetini kaptırmış zavallı sürücü gibi gider, geri alırlardı, torbalarını.
Bahar geldi mi koyunlar, kuzulardı.
Çobanlar sırtında ekmek torbası, kucaklarında yeni doğmuş kuzularla girerlerdi köye.
Yazın öküzleri otlatırdık.
Zor iştir.
Sıcağın altında uslu uslu yayılırlarken birden bire neye uğradığını anlayamazsın, öküzün biri kuyruğunu kaldırır ve “yandım Allah” diyerek ,olanca hızıyla köye doğru koşmaya başlardı.
“Böğelek tuttu” derdik.
İşte o sıcağın altında sırtımda ekmek torbamla beraber koşardım kaçan hayvanın arkasından.
İşte böyle… Her bir eşya, anamın aydınlığında dirilir ve gözümün önüne bir bir dikilir.
Köy kültüründen nasiplenmemiş insanlara nedense hep üzülürüm.
Bir yanlarının hep eksik olduğunu düşünürüm.
Bir dağın yamacında sevgililerine bakan eceler gibi sıralanmış, bereketli ovaya bakan köylerin birisinde, bir anısı bulunmayan insanların, o köyleri gördükçe nasıl iç geçirdiklerini düşünürüm.
Her yaz ayrılırken yüreğimin yarısı köyde kalır.
Bahçe kapısının önünde anam yaşlı gözlerle uğurlar bizi. Bu hemen her yaz tekrar edip duran ve hiç değişmeyen bir sahnedir.
Bu yaz da öyle oldu…
Anam yine kapının önünde, gün batımını andıran hüzünlü sokakta kalakaldı bir başına. “Vardığınızda arayın, merakta koman beni” dedi.
Güneş, akşamın kırmızı eflatun kapısından kızıl atıyla girerken eriştik İstanbul’a.
Anamı aradım…
“Evin üst katından sesler gelmiyor, kimse ‘ana’ diye seslenmiyor, ev yeniden sessizliğe gömüldü, ışıklar söndü oğul ” dedi.
İstanbul’da gün batımıydı, güneş, bağrı başı kan revan içinde başını almış gidiyordu.
İstanbul ağlıyordu.
Ben ağlıyordum…
Arkamda boynu bükük kalan anılar ağlıyordu.
Anılardan bir anıt gibi yükselen anam ağlıyordu.
“Ah ayrılık! Her bir dertten olar yaman ayrılık.”