HARUN TOKAK

Bir bayramı daha geride bıraktık

Son sahurda Van Kalesi’nin dibindeki Hüsrev Paşa Külliyesindeydik.

Bir ay boyunca cennet çağıltıları gibi içimizden akıp giden tekbirler, teravihler, sahurlar, gecenin koynunda uyuyan efsanevi kalenin büyülü ışıkları arasında kızıl ufuklara doğru kanatlanıp uçtular.

Kim bilir bir daha dönerler mi? Onlar dönerler de biz görür müyüz?

Bilemiyorum.

Bu bayram da bir saadet rüyasından uyanmış insanların şaşkınlığı içinde koşmalar, koşuşturmalarla geçti.

Bir yanda sabahın daha ilk ışıklarıyla bayramlık elbiseleri içindeki çocuklarının ellerinden tutmuş sokaklarda yürüyen mutlu aile manzaraları…

Diğer yanda şehit yavrularının kabirlerine koşan analar, babalar, eşler, yavrular…

Kabirlerle konuşan bağrı yanık insan yığınları…

İnsan bu manzaraları görünce kendi kendine sormadan edemiyor sahi bayram nedir?

Kınalı kuzusunu kaybetmiş bir ana bir baba için kabirlere koşmak mıdır bayram?

Ya da yeni elbise, jelatinli şeker, avuca konan harçlık mıdır?

Kapı önlerinde, duvar diplerinde hasretle, özlemle beklediği kınalı kuzusuna kavuşmak, sarılmak, saçlarını koklamak, öpmek midir?

İftar ve imsak’ın sınırlandırmalarından sıyrılarak keyfince yemek midir?

Rızkını çöp bidonlarında arayan bir insan için çöp yığınlarını karıştırırken karşına çıkan bir kâğıt ya da naylon poşet karşısında gözlerinde oluşan pırıltı mıdır?

Nedir bayram?

Yazın sıcağının, kışın soğuğunun istediği her an her yerden girdiği ama mutluluğun hiç uğramadığı derme çatma barakalarda, teneke kulübelerde oturanların kapılarında bir demet mutluluk mudur?

Bayram nedir?

Ağlayarak boşalmak mıdır?

Sevinçten ağlamak mıdır?

Bulduğunu dağıtmak, bulamadığında şükretmek midir?

Bayram dostlara kavuşmak mı yoksa hasret alevlerinde yandıkça yanmak, yanmadan haz almak mıdır?

“Artır, ne olur, ateşini bağrımı dağla

Yansın bu vücudum, fakat eksilmesin asla

Hicran ile yak, vasl ile yak, aşkına bağla

Ağlat beni, inlet beni, ta haşre kadar yak!…” diyerek aşkta yanan Yaman Dede gibi yanmaktan zevk almak mıdır?

Aşk ateşinde yanmak, kül olup dostun ülkesine savrulmak mıdır?

Bayram nedir?

Yıllardır bayram nedir bilmeyen insanların şehirlerine, ülkelerine yapılan bir yolculuk mudur?

Nedir bayram?

Geçmiş güzel günlere duyulan özlem mi, gelecek günlere duyulan güven mi, endişe mi, umut mu?

Bayramlar bir yaştan sonra eski bayramların hasretle yâdına dönerken aslında eski umutlarımızın da yâdı oluyorlar.

Yaş elliyi geçtikten sonra  ‘Nerde o eski bayramlar!’  demeyen yoktur sanırım. Peki, ‘Nerde o eski bayramlar!’    nidaları geçmişe duyulan özlemden mi yoksa  yaşadığımız zamandan memnun olmamaktan mı kaynaklanıyor?

Bana sorarsanız ikincisi: Yaşadığımız zamandan memnun değiliz. Bu başka bir zamanda yaşamak isterdik demek değil,  sorun zaten çoğu zaman günlük yaşantılarımızda da değil.  Bizi eski bayramlara hasret çektiren,  dünyanın genel gidişinden duyduğumuz güvensizliktir.

Kişinin kendi hayatından bahsetmiyorum. Genellikle 50’den sonra hayatımızın belli bir düzeni vardır, belli bir güven içinde yaşıyoruzdur ve öyle değilse de çok fazla dert etmeyiz halimizi.

Bahsettiğim güvensizlik,  insanlık adına, vicdan, hakikat, merhamet, saygı, kadirşinaslık, vefa gibi bilumum insani değerler adına dünyaya baktıkça hissettiğimiz güvensizlik.

Her insan, isterse faili kendisi olsun,  insani değerlerin ve insanca yaşamanın hor görüldüğü, eksildiği, kaybolmaya yüz tuttuğu bir dünyada yaralanır, mutsuz  ve huzursuz olur. Bunun istisnası yoktur. İnsan ruhu, insani değerlerin erozyonuna karşı duyarlıdır.

Baktığınız her yönde hızla akan, değişen hatta çoğu defa çiğneyip geçen  bir hayat görüyoruz.  Hayat , bir sürat treni gibi akıp giderken  camlardan kapılardan düşenler, sersefil perişan olanlar, sürüye katılamayanlar ülkeler kıtalar dolduruyor. Somali en son örneği…

Bir de  hız trenini  olmaması gereken hızda,  gitmemesi gereken yöne sürenler var. Onlar da  bir başka  manada içler acısı halde ve yine onlar da ülkeler  dolduruyor.  Savaşlar, isyanlar, infazlar,  masumların kanı onların sepetinde.

Her ikisinin  oluşturduğu acı manzara da bizim günümüzü kuşatmış durumda.

İşte b u yüzden, bana sorarsanız bize   “‘Nerde o eski bayramlar!” dedirten sebep ikincisi diyorum:   Yaşadığımız zaman. Yaşadığımız zamandan memnun değiliz.

Şikayetçiyiz.

Şimdi çoğunuzun peki ama neden elli yaşından sonra dediğinizi duyar gibiyim. Kişisel bir özlem olmalı, diyorsunuzdur.  Yaşlanıyoruz  ve artık hatıralarla yaşama zamanı geldi ya da güne ayak uyduramıyoruz, emeklilik,  evlat –torun…   Yaşın bir  etkisi var elbette ama o etki hayata ayak uyduramamak  cihetinden gelmiyor, keşke  öyle olsaydı.

Gerçek şu ki yaşlandıkça kişi çocukluğunda ve gençliğindeki  gelecek zamana dair duyduğu o muazzamlık duygusunu  kaybediyor. O yaşlarda ömür denen süre gözümüzde o kadar uzun bir zaman dilimidir ki, dünyanın  dışarıdaki hali bizi çok da  dertlendirmez. O dünya bize göre vadesi dolmak üzere olduğunu sandığımız, çok eski bir kuşağın, anne babamızın sorunudur.  Bizim dünyamız,  ilerdedir ve bizim irademizle , enerjimizle, kaderimizle  ve aşkımızla  değişip gelişecektir. Haksızlık, kan, zulüm, açlık,  vefasızlık bütün bunlar bizim hayatımız ilerledikçe silinip gideceklerdir elbette.

Bayramlar bir yaştan sonra eski bayramların hasretle yâdına dönerken aslında eski umutlarımızın da yadı olurlar. O umutların sardığı dünyamızla kaybolan huzur ve hafifliğe, ışık ve imana  ah ederiz.  Nerede o eski bayramlar, nerede o umutlar  demenin bir şeklidir.

Elbette bugün de birçok güzellikler, güzel insanlar, güzel atlılar var dünyada. Çok şükür güzel insanlar dünyayı çöle çevirecek kadar çekip gitmiş, sahipsiz bırakmış değiller dünyayı.

Hala  ‘kimse yok mu?’ denince ‘ben varım’ diye atılacak nice güzel insanlar, nice önden giden atlılar var; çok şükür onlar da ülkeler ve  kıtalar dolduruyorlar. O yüzden işte sadece “Ah nerede  o eski bayramlar” diye ahlanıp  kapımızı kapamıyor umud ve duayla her hafta Yeni Şafak’ın  değerli sayfalarında   önden giden atlılara,  o atlıların ayaklarının değdiği yerlerde yeşeren nesillere ve  iman, merhamet, vefa dolu yepyeni bir dünyaya  umudumuzu tazeliyoruz; anlata anlata.

Bir bayramı daha geride bıraktık.

Son sahurda Van Kalesi’nin dibindeki Hüsrev Paşa Külliyesindeydik.

Bir ay boyunca cennet çağıltıları gibi içimizden akıp giden tekbirler, teravihler, sahurlar, gecenin koynunda uyuyan efsanevi kalenin büyülü ışıkları arasında kızıl ufuklara doğru kanatlanıp gittiler.

Kim bilir bir daha dönerler mi? Onlar dönerler de biz görür müyüz?

Bilemiyorum.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.