HARUN TOKAK

Baban Gelirse

Gece mehtabın altında, surlarla çevrili Ortaçağ güzeli bir kentin dar sokaklarından yürürken tarihin yaprakları arasında gezindiğimizi fark ediyor ve kendimizi büyülü bir masal diyarında hissediyoruz.

Baltık ülkelerinde ovalar, obalar, dağlar, nehirler, denizler hala beyaz bir uykunun en tatlı rüyasında…

Baharın ilk muştularının, sıcakların habercisi ışıklı cemrelerin yüreklerine düştüğünden bile haberleri yok.

Gece, üşümenin tadına varmak için Gökhan ve Selman kardeşimle kaldığımız otelden çıkarak Tallin’in taş döşeli sokaklarından eski şehir meydanına doğru yürüyoruz.

Gündüz uçaktan inerken ayağını burkan Gökhan Bey, sis ayağı ile savaş malülü gibi kollarımızın arasında sekerek yürüyor.

Avrupa’nın en eski topluluklardan biri bu küçük fakat şirin ülke; 13.yüzyıldan sonra sırasıyla; Almanlar, Danimarkalılar, İsveçliler, Polonyalılar ve Ruslar tarafından işgal edilip yönetilmiş ve ancak 16 Ekim 1988 tarihinde, bağımsızlığına kavuşabilmiş.

Özellikle, Mart 1988 yılında düzenlenen ve 300 bin kişinin katıldığı festivalde söylenen “Vatanım, Aşkımdır” şarkısı, ülkenin ulusal marşı olarak seçilmiş.

O gün bugün beyaz ve kızıl yaz gecelerinde, barok dönemin kulelerinden oluşan şehrin sokaklarında sabahlara değin halkın söylediği şarkılar yankılanırmış.

Yani burası da diğer Baltık ülkeleri gibi adeta korolar ve orkestralar ülkesi…

Soğuğun, sokak aralarındaki sert saldırılarına aldırış etmeksizin eski şehrin meydanına varıyoruz.

Mehtabın ışıklarını bolca döktüğü meydan oldukça sakin.

Ne rüzgârın tehditkâr homurtusu, ne suların sihirli şırıltısı, ne de şarkıların tatlı sesi…

Sanki her şey lal kesilmiş, her şey donmuş…

Hava eksi 30’larda

Az ilerde bir kafenin önünde orta çağ giysileri içinde iki genç görüyoruz.

Yaklaştığımızda, bizi içeriye davet ediyorlar.

“Tamam, girelim ama siz üşüyorsunuz” diyorum.

İkisi birden gülerek; “Bizim işimiz bu” diyorlar.

Biri bayan diğeri erkek bu iki güler yüzlü gencin görevi, eksi 30’larda üşümek olduğunu öğreniyoruz.

Kapı açılır açılmaz bir sıcak dalgası karşılıyor bizi.

Desenli kırmızı goblen kumaşlarla kaplanmış sandalyeler, aynı kumaşlarla örtülmüş masalar, gizemli ve loş olması için şeffaf kumaşlarla siperlenmiş lambalar, masaların üzerine özenle yerleştirilmiş kehribar küpeli mum şamdanlarında titreyen ışıklar, kısık sesle çalan tekno müzik…

İçerisi tam bir ortaçağ mekanı.

Garsonlar etrafınızda fır dönüyor.

Meydanı rahat görebilen bir masaya oturuyoruz. Yan masada bir karı-koca kendilerince konuşuyor.

Sıcak bir şeyler içelim derken, soğuğa tecrübeli Selman Bey “sıcak çikolata iyi gelir” diyor.

Kimse itiraz etmiyor.

Camdan dışarıyı seyrediyorum.

Meydana bakan tarihi binaları aydınlatan sarı loş ışıklar, duvarlara asılı duran fenerler, mehtabın oluşturduğu ışıklı gölgeler…

Gölge ve ışık oyunlarının oynandığı sihirli bir tiyatro sahnesini andıran geniş meydana açılan taş döşeli dar sokaklardan; sanki oyunun bir parçasıymış gibi arada bir, elleri parkesinin cebinde, başı bereli bir iki insan çıkarak; mehtabın ışığı altında hızlı adımlarla bir çırpıda meydanı tüketerek yine taş döşeli başka bir dar bir sokakta kayboluyor.

Gündüz ziyaret ettiğimiz büyükelçimizin hediye ettiği kitabı karıştırırken, biri renkli diğeri siyah-beyaz eski bir fotoğrafa mıhlanıyor gözlerimiz.

Yeni resimde bir kitabe üzerinde; “Hasan Süleyman, Mehmet Ödemiş ve Rakvere, Eston topraklarında 1878 de şehit düşmüş olan tüm savaş esiri Türk askerlerinin anısına” yazıyor.

“Allah’ım! Ne çileli bir milletmişiz,” diyorum. Nereye gitsek, sonraki evlatlarına bir davet mektubu gibi duran, ya meçhul bir askerimizin kümbetiyle ya da bir şehitlikle karşılaşıyoruz.

Siyah-beyaz eski resmin altında ise; “Plevne savaşında esir düşen Türkler. Rakvere” yazıyor.

Öyle içli, öyle dokunaklı bir fotoğraf ki… Anlatamam.

Hüzünlü türküler gibi

Bakmaya can dayanmıyor, alıp götürüyor insanı.

Eli silahlı Rus askerleri kuş uçurtmuyor askerlerimizin etrafında. Taş duvarlı bir binanın önünde toprakları kaymış dere yatağı gibi bir yerde kimisi yukarıda, kimisi aşağıda, kimisi de sırtını çukurun yamacına dayamış esir kuşlar gibi öylece duruyor.

Balkanların yakıcı soğuğundan, Baltıkların denizleri donduran soğuğuna sığınmışlar.

Üşüyorlar… Yuvasız kuşlar gibi büzüşmüş üşüyorlar.

Rus askerlerinin sırtlarında kalın kaputlar. Onlarsa, eski püskü battaniye gibi, bez gibi, palto gibi ne bulmuşlarsa sarınmışlar.

Yıllarca savaşmaktan yorgun düşmüş bedenler, çökmüş avurtlar, içlere kaçmış gamlı gözler…

Son defa bir objektife bakıyorlar. Bazılarının umurunda bile değil.

Tarihin en büyük müdafaa savaşlarından birini yapan Gazi Osman Paşa’nın kahraman askerlerinin 30 bini soğuktan, açlıktan, hastalıktan Plevne-Moskova esaret hattında kırılırken, bunlarında kaderlerine Estonya topraklarında can vermek düşmüş.

Bu hazin fotoğraf neler söylüyor insana, neler…

Baktım, baktım, baktım…

Altı asır göklerde görülen insanlık güneşinin derelerden, dağlardan, vadilerden çekilişine, Alem-i İslam’ın üzerine hüzünlü akşamların çöküşüne baktım.

Plevne’nin düşmesinin ardından Balkanlardan kaçan kadınların, çocukların, yüzlerce koldan gelerek bir nehir yatağında birleşen sular gibi serhat şehrimiz Edirne’ye doğru akışına baktım.

O resimde, Edirne’ye doğru kaçarken;

“Yarim gurbet elde, ateşi bende, vermişim gönlümü, sendedir sende” diyen güzel Rumeli kızlarının yanık ağıt seslerini duydum…

Bu hazin fotoğraf onlardan geriye kalan tek miras…

Hepsi, hem de geride hiçbir vasiyet, hiçbir mektup bırakmadan Baltıkların dondurucu soğuğunda can vermişler.

Onların da bir ömür boyu; “ha bu gün ha yarın döner” diye sılada bekleyenleri vardır.

Ama analarına, sevgililerine, yavrularına, babalarına “ben geldim” diyemediler.

Çanakkale’de can veren yiğitlerimizin gölgelerinin üzerimize düştüğü bu günlerde; Baltıkların dondurucu soğuğundan sığındığımız o kafede, Balıkesir Ali Şuuri İlkokulu’nun karşısında yıllarca ayakkabı tamirciliği yapan kır, pala bıyıklı Cevdet Amca’nın annesiyle ilgili ağlayarak anlattığı anılar, bir kor gibi düşüyor üşüyen yüreğimize;

“Rahmetli babam, Hafız Ali Çanakkale’de kaldığında anamın karnında yedi aylıkmışım… O’nu hiç tanımadım. Bir fotoğrafı bile yoktu. O günler çok zor günlerdi, seferberliğin sıkıntıları işgal yıllarıydı. Kurtuluş, yoksulluk, sıkıntı, çocukluğumuz hep ekmek peşinde elemle geçti…

Ama anam, çocukluğumdan itibaren evden her çıkışında yanıma gelir ve;

“Oğlum! Ben pazara gidiyorum, baban gelirse hemen çağır ha!

“Ben bağa, bahçeye, tarlaya gidiyorum baban gelirse hemen çağır ha!”

“Anam babamı bekledi durdu. Büyüdüm dükkan açtım… Annem yine her nere gidecek olsa dükkâna gelir, gideceği yeri söyler ve baban gelirse çağır ha!” derdi.

Aradan yıllar geçti. Anacığım ihtiyarladı, yine de hep bastonunu alır bana gelir ve “Oğlum ben komşuya gidiyorum baban gelirse çağır ha!” diye tembihlerdi.

“Gün geldi, ağırlaştı, ölüm döşeğinde bizimle helâlleşti.

“Evlatlarım! Bana iyi baktınız, hakkınızı helal ediniz “dedi.

“Sonra bana dönerek usulca; ‘baban gelirse, annem hep bekledi dersin’ dedi. Sonra birden irkilerek doğruldu ve kapıya doğru gülümseyerek; ‘hoş geldin! Bey hoş geldin…’ dedi ve başı yastığa düştü.

….

Eski şehir meydanındaki o esrarlı kafede bir kere daha anlıyoruz ki; inanan insana, ölüm meleği en sevdiği insan suretinde gelirmiş.

Baltıkların dondurucu soğuğundan sığındığımız o kafede bin beter üşüyor ve “bize kafede değil yollarda üşümek yaraşır” deyip kalkıyoruz.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.