HARUN TOKAK

AĞAÇLAR AYAKTA ÖLÜR

Yeni baharın ilk günüydü.

Kışla baharın devir teslim töreni…

Kış, fırsatı ganimet bilerek soğuk kırbacını aralıksız indiriyordu kalabalıkların üzerine.

Ama hiç aldıran yoktu.

Bulutlar boşandı, boşanacaktı.

Ardı arkası kesilmeyen kalabalıklar ulu mabede doğru sökün ediyordu. Değerli dostum Ali Rıza Bey’le ben de karıştım aralarına.

Bir devre damgasını vurmuş bilge lidere son görevimi yapmaya giderken hapishane arkadaşı Oral Çalışlar’ın onun için yazdıkları düşüyor hatırıma.

“Uzun boylu, iri yarı adam, hüzünlü bir yüzle koridorda volta atıyordu.

Bayramdan üç gün önce tutuklanmasından bu yana sürekli abdest alıyor, namaz kılıyor, dua ediyordu… Kalan vakitlerinde de Dil Okulu’nun koridorlarında, bahçesinde besmele çekiyordu.

Çocuklarına çok düşkündü. Ziyaret günleri onlar gözden kayboluncaya kadar cezaevinin penceresinden ayrılmazdı…”

Ulu mabet nice padişahları vezirleri sultanları uğurlamıştı ama ilk defa bu kadar muhteşem bir kalabalık görüyordu.

Anadolu’dan, Trakya’dan, diyar-ı gurbetten, değişik kollardan gelerek İstanbul’da buluşan nehirler gibi insanlar Fatih Camii’nin içini dışını, yolları sokakları caddeleri dolduruyor, dolduruyordu.

Yaşlı ve yorgun küheylan; “sen koşmana bak çatlarsan yollar sıkılsın” sözüne ram olarak koşarken yıkılmış, yüz binlerin arasında uzanmış yatıyordu. Birden, ulu mabedin minarelerinden yanık bir ezan sesi, kanatlanmaya başladı. Sultan Ahmet, Beyazıt, Süleymaniye bir birine ses vermeye başladılar.

Baharın ilk günüydü. Avludaki ulu çınarın tomurcuğa duran dalları rüzgarın hazin musikisi eşliğinde raks ediyordu.

1926 yılının bir sonbahar günü Sinop’ta Hakim Mehmet Sabri ile Kamer Hanım’ın şefkatli kollarında başlayan ve bir ömre nelerin sığdırılabileceğini gösteren bereketli bir hayat nihayet son bulmuştu.

Hafızamda uçuşuyor isimler…

Milli Nizam partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi, Saadet partisi…

Gümüş motor, faizsiz bankacılık, ağır sanayi devrimi, D-8’ler…

Milli görüş, mücahit, Fatih’in askerleri, Hak geldi batıl zail oldu…

Her birinde emeği, alın teri vardı. Her biri bir fabrika, bir mektep gibi çalışmış binlerce milyonlarca mezun vermişti.

O okullardan mezun olan ve halen ülkeyi yöneten öğrencileri tabutunun kollarından tuttuğunda pek az faniye nasıb olacak bir muhteşem manzara oluşuvermişti tarihi mabedin avlusunda.

Cumhurbaşkanları, Meclis başkanları, Başbakanlar, bakanlar…

Kaç kere yolu biçilmiş, kaç kere hapislere atılmış , kaç kere hapishanenin penceresinden ziyarete gelen evlatlarının arkasından gözden kayboluncaya kadar bakakalmıştı. En yakın dava arkadaşı, kadın hareketinin öncüsü sevgili eşi aylarca yıllarca onu sabırla beklemişti.

Ömür boyu hiç engelsiz bir koşusu olmamıştı.

Ama ipi göğüslemeye kararlı bir küheylan gibi dur-durak bilmeden hep koşmuştu.

Azimli ve kararlıydı.

Dava adamıydı.

Defalarca sürçmüş, defalarca düşmüş, düşürülmüş, kalkmış yine yoluna devam etmişti.

İnançlıydı.

Hayalleri, idealleri vardı.

Yeni bir nesil, yeni bir Türkiye kurmaktı hayali.

Hayatını iman ve cihad üzerine kurmuştu. Anadolu’da ayak basmadığı yer yok gibidir.

Anadolu’da en çok sevdiği şehir Konya’ydı. Konyalılar da onu hep sevdi. Konya Anadolu’nun bağrıydı, O’nun mücadelesini en iyi anlayacak bir yapıya sahipti. Bağımsız milletvekili olarak Konya’dan başlayan siyasi yolculuğu onu başbakanlığa kadar taşıdı.

Hayatını inandığı davaya adadı, bu uğurda bıkmadan usanmadan yürüdü. O’nun için dünya bir mücadeleden ibaretti. Hak bildiğinin peşinden ayrılmadı, batıl gördüğüyle de mücadele etti.

Fakat bu ülkenin ruhuna yabancılaşmış kadroları anlamadılar onu…

Anlamak istemediler.

Koca bir ülkenin başbakanı olduğunda bile horlandı, aşağılandı ama başına gelenler hep inancındandı.

Ahmet Taşgetiren Bey, “savunan adam seni seviyorum” demişti onun için.

Ben de o ifadeyi çok sevdim.

Bıraksa imanının gideceği, bırakmasa elinin yanacağı bir gün, O yanmayı tercih etmişti. Yüreğinde yer değiştirip duran alevlerin yalımlarında yanan bedeni, Şubatın sert soğuklarına rağmen alev alev yanıyor, alnından, yanaklarından damla damla terler dökülüyordu.

O terlerin gittiği yerde çok işine yaracağını düşünüyorum.

Şahsen ben onu en çok da o fotoğrafla hatırlıyorum, o durum çok dokunur bana.

Ömrün çetin yollarında dağa-taşa iz bıraktı.

Ömrü üşümekle geçmişti.

En çok da 1999’un yirmi sekiz şubat gecesi üşümüştü.

Yaşlı ve yorgun bedeni bir daha o geceyi yaşamak istemedi. Kaderin bir cilvesi olarak bir gün kala bırakıp gitti.

Başta kırsal kesim olmak üzere Anadolu’nun saf ve temiz evlatlarına özgüven verdi.

En hazin fotoğraflardan biri de kayıp trilyon davasında yargılanırken iki büklüm haliyle kollarına girilerek mahkeme mahkeme dolaştırılmasıydı.

Değerli dostum Hüseyin Gülerce Bey, bir televizyon programında o görüntülerden çok hüzünlenen Fethullah Gülen Hocaefendi’inin;

” Bu yaşa gelmiş beli bükülmüş bir insan bu yapılanlar ne kadar ayıp, çok üzülüyorum dediğini” anlatmıştı.

Neyse ki Sayın Cumhurbaşkanımız kendine yakışan bir vefa sergiledi de hepimiz rahatladık.

Onu iki kez ağlarken görmüştüm.

Biri buzların üstünde yalınayak ekmek kamyonun ardından bir dilim ekmek için koşturan çocukların dramını anlatırken; diğer de eşi Hatice Nermin Hanım’la ilgiliydi.

Seksenindeki bu insan eşini anlatırken önce son derece sakin olmaya çalışıyordu. Otuz sekiz yıllık beraberliğin bereket ve mutluluğundan, koşturmacadan yeteri kadar ona vakit ayıramadığından, onun asil ve soylu bir eş olduğundan, yokluğunda nasıl bir yalnızlık yaşadığından söz ediyordu. Sonra, “dostlarımdan birkaç kişi anlattılar, Hatice Nermin Hanımefendi’yi, bu mübarek kadını öbür alemde Hazreti Fatıma annemiz karşılamış ve ‘hoş geldin!’ demiş” derken yüzü masum bir çocuk gibi ağlamaklı hale geliyor, kendini salıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

Hep onun yanında olmuş bir kadın, yanında olamadığında da hep onu beklemiş bir kadın. Hapishane yıllarında sabırla, sükunetle beklemiş, zor ve acı günlerinde eve geldiğinde hep eşine güç vermiş bir sadık bir eş…

Onca fırtınanın, onca kar-kışın eğemediği koca çınarın, nedense son yıllarda iki büklüm hale geldiğini hicranla gördük.

Neydi peki onu iki büklüm kılan.

Son altı yıldır, artık akşamları onu teselli edecek kimsesi kalmamıştı.

Musibetleri bağrında eriten sevgili eşi gitmiş, yalnız kalmıştı.

Bir yanın çöktüğünü hissetti.

O koca çınar o günden sonra ağır ağır eğilmeye, kıvrılmaya başladı.

***

Baharın ilk günü…

Kışla bahar devir teslim töreninde…

Kış, fırsatı ganimet bilerek soğuk kırbacını aralıksız indiriyordu kalabalıkların üzerine.

Ama hiç aldıran yoktu.

Bulutlar boşandı, boşanacaktı.

Bu satırların sahibi de dahil oraya koşanların içlerine belki de ilk ideal kıvılcımını atan, kıvılcımlardan korlar oluşturan adam, milyonların parmak uçlarında uçarak, Sonsuzluğun Sahibine doğru gidiyordu.

Pazartesi çok önemli bir randevusu vardı. Ama olmadı.

Ağaçlar ayakta ölürmüş…

O hapishanenin demir parmaklı penceresinin ardından çocukları gözden kayboluncaya kadar bakan şefkatli baba, bilge lider, yaşadığı döneme damgasını vuran insan milyonlarca evladının gözleri önünde, çiçeklerden ve çimlerden oluşan yorganı kaldırıp, Merkez Efendi’de altı yıldır kendini bekleyen sevgili eşinin yanına uzanıverdi.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.