HARUN TOKAK

Baba gitmesen olmaz mı?

Kamyonlar uçsuz bucaksız çöllerin ortasında kendilerine eşlik eden yüklü bir toz bulutuyla el ele ilerliyordu. Konvoy az sonra büyük çadırların bulunduğu bir kamp yerine ulaştı. Etrafta binbir güçlükle dolaşan zenci kadınlar görülüyordu. Neredeyse iskelet halini almış yüzlerce insan bu çadırların arasında ne yapıyor olabilirdi?

Duran araçların birinden, genç ve güzel beyaz kadın kucağında zenci bir çocukla indi. Bembeyaz elbisesi ve beyaz teniyle tezat oluşturan kucağındaki çocukla etrafına “yardım edin” diye seslendi. Kamptakiler “yardım edin” feryadını çok duyduklarından olsa gerek oralı bile olmadılar.

Az sonra aynı arabadan iki adamın sürükleyerek getirdikleri zenci kadının çığlıkların da dönüp bakan olmadı. Bu, beyaz kadının kucağındaki zenci çocuğun annesi olmalıydı.

Beyaz kadının heyecanlı ve ısrarlı talebi sonunda karşılık buldu. Afrikalılar için kurulan bu sahra hastanesinin genç doktoru kadının yanına geldi. Rahat hareketlerle önce çocuğun, sonra annesinin nabızlarını kontrol etti ve yapılacak bir şey olmadığını söyleyerek oradan uzaklaşmak istedi.

Henüz ölmemişlerdi ve çocuk belki de ilk kez bu kadar sıkı kucaklanmıştı. Kadın tekrar seslendi; “Ne olur, onlara yardım edin.” Geri dönen doktor; “Çok zayıf düşmüşler, hastalık ilerlemiş ölecekler. Vaktimizi harcayamayız” deyiverdi. Kadın yıkılmıştı ama “Buna sen mi karar veriyorsun?” diye çıkışınca doktor, arkadaşlarına ilgilenmelerini söyleyip ayrıldı.

Birkaç saat sonra zenci kadın çadırda ameliyata alındı. Beyaz kadın meraktan içeri girdi. Zenci anne masanın üzerinde, karın bölgesi açılmış, iç organları gözüktüğü halde yatıyordu. Sadece insanlar aç değildi bu bölgede. Sinekler de açık olan karın bölgesinden nasiplerini almaya çalışıyorlardı.

Zenci kadının gözleri aralandı, inliyordu. Başında bekleyen beyaz genç kadın, doktora, “Acı çekiyor, uyuşturamaz mısınız?” dedi. Doktor alaycı bir ifadeyle, “Var da sanki işkence olsun diye uyuşturmuyoruz. Anlamıyor musunuz, hiç uyuşturucumuz kalmadı.” Sonra yanındaki Afrikalıya dönerek, “Sor bakalım, kadın acı çekiyor muymuş?” dedi.

Afrikalı adam sordu, karnı açılmış zenci kadın doktora baktı ve şöyle dedi “Açlıktan duyduğum acının yanında ameliyatın acısını hissetmiyorum bile.”

* * *

Film devam ediyordu, eşi oturma odasına gelmiş, sofra örtüsü serilmişti. Kulakları uğulduyordu, kendisine seslenen eşini hiç duymuyordu.

* * *

Bu bir filmdi. Angelina Jolie rolünü başarılı oynamıştı. Clive Owen zaten doktor bile değildi. Ekranın sağ alt köşesinde “Sınırların Ötesinde – Beyond Borders” yazıyordu ama… Gördüğü çocuklar bu film için kurgulanmış birer figüran olamazdı. Angelina Jolie, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği iyi niyet elçiliğine seçilmişti. Dünyadaki 9 iyi niyet elçisinden birisinin de Türkiye’den Muazzez Ersoy olduğu biliyordu.

Afrika ile ilgili çok şey dinlemiş, hatta bazı fotoğraflar da görmüştü ama bu kez seyrettiği olay, yüreğine dokunmuş, canını acıtmıştı. Kesin kararını vermişti İbrahim Bey. Bu acılı insanların ülkesine gidecekti. Kurban Bayramı da yaklaşmıştı. Belki bir şeyler yapabilirim diye düşündü.

Her Kurban Bayramı’nda Hicaz’ın yanık çöllerinden çaresiz bir kadının mecalsiz sesi gelirdi kulaklarına. Hazret-i İbrahim, atına atlamış son sürat koşturmakta, ardına bile bakmadan uzaklaşmaktadır. Hacer anamız, ardından avazı çıktığı kadar bağırır:

-Ey İbrahim, bizi kime bırakıp gidiyorsun?

Cevap yoktur. Hacer anamız cevap alamayacağını anlamıştır. İbrahim (a.s.) ses mesafesini geçmeden sorusunu değiştirir bu defa:

-Bizi bu ıssız çölde yapayalnız bırakmayı sana Allah mı emretti?

Hazreti İbrahim ardına dönmeden cevap verir:

-Evet.

Hacer anamız bunun üzerine derin bir nefes alır:

-Öyleyse O (c.c.) bizi korur.

Onlar ıssız çölde yalnız kalmasalardı, Kabe de bugünkü kutlu kalabalıklar olmazdı. Safa ve Merve’de insanlar koşmaz, Zemzem’e kanmazdı. Bütün bunlar tamamdı ama İbrahim (a.s.) neden ardına bakmadan uzaklaşmıştı hanımı Hacer ile oğlu İsmail’den? İbrahim Bey, her bayram beyninde bu soruya cevap arar fakat bulamazdı.

* * *

Atatürk Havaalanı… Bir günde binlerce ayrılığın bir o kadar da vuslatın yaşandığı, her an gözyaşlarının sel olup aktığı yer. Her anons yeni bir ayrılığın habercisidir. Son defa birbirine sarılanlar, el sallayanlar, hasretle bakanların harman olduğu yer.

Anons, Kongo’ya gidecek yolculara son çağrıyı yapıyordu. Hanımı sessizce ağlıyordu. Bakışlarındaki hasret kıvılcımları gönül harmanını yangın yerine çevirmişti. Çocuklarına tek tek sarıldı, ipek saçlarını okşadı, doya doya kokladı. Kızı Nilüfer boynunu bükerek;

-Baba gitmesen olmaz mı? dememiş miydi, o an yıkılmıştı. Ayakta zor duruyordu. Gözleri kararır gibi oldu. Beklemediği bir anda almıştı öldürücü darbeyi en sevdiği sürmeli meleğinden. İçinden “Bu soruyu sormasan olmaz mıydı be yavrum?” dedi. En küçüğü de bacağına sarıldı, babasını bırakmıyordu.

İbrahim Bey, kendini bırakmak, hislerine yenilmek istemiyordu. Hanımıyla son defa göz göze geldi. “Ne olur bana yardımcı ol” der gibiydi. Çocuk bırakmıyordu babasını. Annesi, ‘gel yavrum’ diye güç bela alabildi bacaklarından.

Hiç ardına bakmadan yürüdü son geçiş noktasına doğru. “Arkama dönersem dayanamaz, geri dönerim” diye geçirdi içinden. Ama o sırada birden bacağını sımsıcak bir şeyin sardığını hissetti.

Nasıl da sessizce gelmişti! Annesinden nasıl kurtulmuştu küçük meleği! Bittiği andı. Salıverdi kendini. Başladı hıçkıra hıçkıra ağlamaya. Geriye dönüp baktı yaşlı gözlerle. Her biri bir yere çökmüştü. Her zamanki gibi fedakârlık yine hanımına düştü. Geldi aldı İbrahim Bey’in kucağından yavrusunu. “Baba, baba!” feryatları yeri göğü inletse de küçük Nurefşan’ın, kara kıtanın kara yüzlü çocukları onu çağırıyordu. Çantasını aldı yerden, başını önüne eğdi ve yürüdü.

Uçakta yığıldı koltuğuna. Şimdi anladı Hz İbrahim’in (a.s.) niye ardına dönüp bakmadığını. Kahramanların hayatında “karar anlarının” olduğunu da. Uçak bulutların üstünde bir kuğu gibi süzülürken, İbrahim Havvas’ı hatırladı. Bizans’ın karanlık saraylarından “İbrahim Havvas!” diye haykıran çaresiz bir kadın sesi çınladı kulaklarında. İbrahim Havvas’ın hep o sese yürümesi gibi o da, kara kıtadan gelen çaresiz ve umutsuz seslere doğru süzülüyordu.

* * *

Kongo Havaalanı… Her taraf siyah renkli insanlarla doluydu. Beyazlardan çok çekmişlerdi. Hiçbir beyaz siyahlar için iyilik düşünmezdi onlara göre. Bu beyaz da, o ‘şeytanlardan’ olmalıydı. Uçağa bindirip geri göndermeyi düşündüler. İbrahim Bey, onların neler düşündüğünü çok sonraları öğrense de, havaalanından çıkar çıkmaz acı gerçekle yüz yüze gelmişti. Fanatik siyahlar elleriyle boğazlarını işaret edip “beyazlara ölüm” diyordu.

İlk işi ‘sizi seviyorum’ demesini öğrenmek oldu. Elini boğazına götürüp ‘beyazlara ölüm’ diyenlere o, ‘sizi seviyorum’ diyordu. Yürüdüğü sokaklarda herkes kendisine nefretle bakıyordu.

Yaklaşan Kurban Bayramı’nın büyük bir fırsat olduğunu düşündü. Çaresizdi bu insanlar. Aç, hasta ama tok gözlüydüler. Türkiye’den cömertliğini yakından tanıdığı Veysel Bey’i aradı. Kongo’daki insanların çaresizliğini anlattı. Veysel Bey kendine yakışanı yaptı. Sonra Sadık Bey’i aradı. O da boş çevirmedi İbrahim Bey’i.

“Bu çok iyi” dedi, hasılat tam 63 tosun. Listeleri tanzim etti. En başa da Peygamberimizin (s.a.v.) adını yazmıştı. Veysel Bey öyle istemişti.

* * *

Yorulmuştu, uzandı mütevazı yatağına.

Bayram sabahı tekbirler getiriliyor, tosunlar kurban saatini bekliyordu. Biraz sonra kalabalık yarıldı. Elinde listeyle Peygamberimiz çıkageldi.

-Ya Rasulallah, buraya da geldiniz demek, diyerek Ona (sav) koştu İbrahim. Siyah yüzlü, çekik karınlı insanlar doldurmuştu etrafı. En karanlık gecede ansızın doğuvermişti “Ay yüzlü”. Umutsuzluktan karamış yüzlere yansıdı ay ışığı. Peygamberimiz (sav) başladı listeyi okumaya: Veysel, Sadık… Yedişer yedişer 63 kişilik listeyi tek tek okudu….

Kan ter içinde uyandı İbrahim Bey en güzel uykudan. Yanaklarından yaşlar süzülürken ‘işte geldi’ dedi. “Adımın anıldığı her yere giderim” demişti. Şimdi buralarda da bizim başımızı okşuyor diye düşündü. “Buralarda çok az biliniyorsun ya Rasulallah” diye inledi.

Yaz geceleri kısa olur ama o bitmek bilmez bir yaz gecesinin tam ortasındaydı.

* * *

Kongolular, bu beyaz adamın yaptıklarına hala inanamıyorlardı. Bir beyaz, nasıl olur da siyahlar için kurban keserdi? Günlerce et yüzü görmemiş insanlar sıraya giriyor, poşetlere doldurulan etlerini alıp evlerine gidiyorlardı.

Ülkenin en meşhur pop sanatçıları da olayı duyup gelmiş, dağıtım işine yardımcı oluyorlardı. Siyah yüzlü, kara gözlü, sıska çocukların et poşetini aldıklarında sevinç reveransları görülmeye değerdi. Bir çocuğunun elinden tutmuş, diğerini kucağına almış çaresiz kadınların eti aldıklarında, o umutsuz siyah yüzlerine düşüveren mutluluğun fotoğrafı görülmeğe değerdi.

Az ilerde boynu bükük, sevimli bir siyah çocuk gördü İbrahim Bey. Kucağına aldı, öptü, kokladı onu. Kendi çocukları geldi aklına. “Ha beyaz, ha siyah. Hepsi bizim güllerimiz bunlar, bizim umutlarımız” dedi içinden. Onun eline de bir et paketi tutuşturdu. Çocuk koştu annesine. Sevinçle bir şeyler söylüyordu.

İbrahim Bey ‘poşete çok sevindi galiba’ dedi kendi kendine. Tercüman çocuğun sözlerini tercüme etti. Meğer çocuk ete sevinmemiş. “O beyaz adam başımı okşadı, sevdi beni” diyormuş annesine.

İç savaşta 3.5 milyon insan ölmüş, bir o kadar da yaralı, yetim ve öksüz kalmıştı burada. Her tarafta yetimhaneler. 7.8 büyüklüğündeki son depremde çok büyük can kaybı yaşanmıştı.

“İyi ki gelmişim buralara” diye geçirdi içinden. “Beyazlara ölüm” işaretiyle tehdit edilirken, İbrahim Bey bir anda siyah insanların ak gönüllerine taht kurmuştu.

Ama işleri daha bitmemişti.

Kano denilen küçük bir kayıkla uzaktaki bir kabileye et götürüyorlardı. Dört saat süren tehlikelerle dolu nehir yolculuğundan sonra bir kabileye varıyorlar. Kabile reisi, yardımdan son derece memnun oluyor. İlk defa bir beyazdan ve bir Müslüman’dan yardım görüyorlarmış. Reis bırakmıyor İbrahim Bey ve arkadaşını. Onları uzun uzun dinliyor. Sorularına aldığı cevaplar onu sonu gelmez güzelliklere alıp götürüyor. Gül seriyorlar İbrahim Bey’in yollarına. Bütün kabile dökülüyor yollara, kalabalığın sevgi gösterilerinden saatlerce ulaşamıyorlar kayıklarına. Reis, “Bize bunca güzellikleri bundan sonra kim anlatacak? Bizi kime bırakıp da gidiyorsunuz” diye bağırıyor arkalarından. Bütün kabile el sallıyor.

* * *

İbrahimler yanmaktan, İsmailler kurtuluyordu kurban olmaktan.

* * *

Nitekim Kazan Türklerinden Abdürreşid İbrahim, çocuklarının;

-Babacığım, bizi kime bırakıp gidiyorsun? feryatları arasında ayrılmamış mıydı Kazan’dan? Perişan alem-i İslam’ı ve bütün Asya’yı baştan başa dolaşan bu müthiş seyyah İstanbul’a uğradığında, merhum Akif’in ifade gücünü görünce ona:

-“Sen bütün Asya’yı, Afrika’yı dolaşmalısın. Buzlu steplerde, kızgın çöllerde yaşayan Müslümanların ahvalini yakından görmelisin. Senin şiirlerin ilkbaharın feyzi gibi, donmuş ruhlara yeniden hayat verir. Onları görmeli, dinlemelisin. Onlar da seni görmeli ve dinlemeli” dememiş miydi? İşte Akif “Vaiz kürsüde” şiirinde onu anlatır.

Akif bütün bir Asya’yı dolaşamadı ama “Asım’ın Nesli” kıtalar arşınlıyor.

Ölümsüz sultanlar, tacı tahtı terk etmesini, nefsini kurban etmesini bilenler değil midir?

Not: Gurbetleri vatan, nefislerini kurban kılanlara bayram ola…

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.