HARUN TOKAK

Ateşinde üşüdüm bir meçhul adamın

Ortaköy Camii’nin önündeyim.Yatsı namazını kılanlar birer ikişer ayrılıyor tarihi camiden. İstanbul’un en zarif camilerinden birisi bu. Namaza durduğunuzda kendinizi denizin ortasına seccade sermiş gibi hissedersiniz. Her secdede Yaradan’a bir nebze daha yaklaştığınızı düşünür ve derin bir haz duyarsınız burada kıldığınız namazlardan.

Randevu saatime erken gelmiştim. Alaca karanlıkta, denizin kenarında yürüyorum. Denizin dalgaları bana doğru koşarken birden vazgeçip geri çekiliyorlar.

Uzun zaman, mevsim normallerinin üzerindeki havalar konuşuldu İstanbul’da… Aralık ayının ilk günleri olmasına rağmen İstanbul’da hâlâ ceketle dolaşıyoruz. Bugün ayrı bir soğuk var her nedense.

Denizin rüzgârı havdaki soğuğun iliklerime nüfuz etmesine kararlı gibi. Paltomu almadığıma pişman olmaya başladım. Bir hayli üşüdüğümü farkettim.

Uzakta bir ateş gözüme ilişti. Ateşin başında bir adam duruyor… Bir tenekenin içine üç beş tahta parçasını tutuşturmuş alevinde ısınmaya çalışan adamın yanında buluyorum kendimi.

-Ateşinde ben de ısınabilir miyim, sataşmama “buyur” diyor adam. Sırtım buz kesse de durum fena değildi. Çıtır çıtır yanıyordu tahtalar.

Adamın soğuğa aldırmayan tavrı, sırtındaki kalın meşin ceketinden mi, yoksa yıllardır karşılaştığı bu çetin şartlardan kalınlaşan derisinden mi kaynaklanıyordu bilemedim. Gömleğinin durumunu görünce hakkında az çok bir fikir sahibi olduğum bu yaşlı adam karşısında içimde bir acı duydum.

-“Nerelisiniz” dedim. “Manisalıyım” diyen Türkçesi beni çok şaşırttı. Sokağın dilini değil, bir anne sütünü emdiği besbelliydi.

-“Ne iş yaparsınız”.

Az ilerideki el arabasını işaret etti. Arabadaki kirli kanaviçe çuvalın içinde kullanılmış kâğıtlar ve ezilmiş meşrubat kutucukları görünüyordu. Tıka basa yenilmiş bir yemek sonrası keyif meşrubatlarının atık kutuları, belki sevgiliye karalanmış birkaç satırlık kağıt parçaları, fotoğraflarına bakıldıktan sonra fırlatıp atılmış gazete müsveddeleri eski bir çuvalın içinde bu adamın rızkına dönüşmek üzere sırasını bekliyordu.

-Dolusu kaç para eder bu çuvalın?

-Yedi-sekiz lira

– Her gün dolar mı çuval?

-İki-üç günde bir.

-Nerede satıyorsun bunları?

-Eminönü’nde bir hurdacı var, ona veririm. Vapurdakiler beni tanır. Benden para almazlar.

-Nakliye giderin yok yani?

-Yok, yok…

-Çuvalla nasıl çoluk çocuk geçindiriyorsun?

-Yalnız birisiyim ben.

-Nerede oturuyorsun?

-Ortaköy’ün bütün kuytu mekanları benimdir. Daha çok da inşaatlar da yatarım.

-Geceleri üşümüyor musun?

-Başka çarem yok.

-Belediye sana sahip çıkmıyor mu?

-60 yaşından sonra Kayışdağı’ndaki yaşlılar evine alıyorlar.

-Kaç yaşındasınız?

-Elli yedi

-Sert geçen kış gecelerinde, karlı fırtınalı günlerde ne yaparsın?

-O günlerde -televizyonlardan izlemişsinizdir- belediyeler hepimizi toplar, önce bir spor salonuna alırlar, şiddetli soğuklar geçince de yeniden kapının önüne bırakırlar. Senin anlayacağın biz sokakların müdavimiyiz. Yaz-kış bu sokakların koynunda yatar kalkarız. Şu az ilerde Belediye’nin aş evi var, akşamları bedava yemek verirler, onunla da karnımızı doyururuz.

-Yalnızım dedin, çocukların yok mu?

Her soruya binlerce kez muhatap olmuş gibi düşünmeden cevap veren bu gizemli adam, şimdi biraz durakladı. Tenekenin içine birkaç parça daha ilave etti. Sanki hayallerini alevlerde kül etmek istiyordu.

-Bir tane kızım var, evli.

-Sana bakmıyor mu?

-El evinde, kendi zor sığıyor, bir de ben yük olmak istemem. Huzurunu kaçırmayayım diye onu görmeye bile hiç gitmem.

Sohbet koyulaşınca her şeyi unutmuştum. Erken geldiğim randevu saati bile geçmişti. Vedalaşıp ayrılmama rağmen ben hâlâ oradayım. Bir tenekenin içerisinde tutuşturduğu üç beş tahta parçasıyla ısınmaya çalışan yalnız adamın yanında. Hala onunla beraber ısınmaya çalışıyorum.

Düşündükçe üşüyorum bu kış.

Markalı gömleklerim, kravatlarım, takım elbiselerim ve istediğimde giyebildiğim paltom…Isınmaya elverişli evim, ailem, iş arkadaşlarım var ve ben Ortaköy’de üşümeye devam ediyorum.

Sokakların müdavimi o adamı düşünüyorum günde kaç kere. Acıların savurduğu bu insanın biricik kızına karşı duyduğu baba şefkati rikkatime dokunuyor.

Sımsıcak bir sedirde torunlarının arasında mutlu bir hayat, bu adamın da hakkı değil mi! Soğuk geceleri karanlık bir yorgan gibi üzerine örten bu zavallı insan, sabahları nerede kahvaltı yapar, nerede tıraşını olur, nerede banyo yapar ve çamaşırlarını nerede yıkar?

Sokakların müdavimi bu insanlar hayatı bir yük gibi sırtlarında taşıyorlar. Pek çok sosyal yaralarımız var. Durmadan kanıyor bu yaralar. Sosyal bünyemiz kan kaybediyor. Sokakların sahipsiz sakinleri de bu yaralardan sadece birisi.

Türkiye’de yaklaşık 40 bin insan sokaklarda yaşıyor. Bunun böyle gideceğini mi sanıyoruz. Sokaktaki insanlara bir şefkat projesi geliştiremez miyiz? Yuvasız kuşlara bile vakıflar kuran ecdadın evlatları olarak bunları başarmak çok mu zordur. Kainatın dengesi bozulduğunda yer sarsılıyor, titriyor, zaman zaman gökyüzünden inen rahmet damlaları gözyaşlarına inat sele dönüşüp temizlemeye çalışıyor bütün kirleri…

Bu sessiz ve sakin yığınların bedduaları karşısında sarsılmadan, yıkılmadan durabilmek mümkün müdür?

Bir aile kültürümüz vardı bizim. Nur yüzlü dedelerimiz, ninelerimiz sıyanet meleği gibi otururlardı sedirin başköşesinde. Gelinler, kızlar dolanırdı evin içinde. Torunlar koşuşurdu.

Mimarimize bile yansımıştı aile kültürümüz. Yarı müstakil, yarı iç içe evlerimiz vardı. Evlerimizin, sokaklarımızın, şehirlerimizin ruhu vardı. Çıkmaz sokaklarda kaybolmuş birinin rasgele çaldığında açılan kapılar, kapıların eşiğinde duran mütebessim çehreler ve yudumlamak için size sunulan bir bardak suyumuz vardı…Bu çıkmaz sokaklardan bile yükselen bir ruh vardı. Cumbalar o kültürün en canlı parçasıydı.

Türkiye, büyük düşünmek zorundadır. Güç ve adalet, devletlerin bekası için vazgeçilmezleridir. Zulüm, sarsar adalet mülkünün temelini. Bu temel, bu sarsıntılara ne kadar dayanabilir bilemiyorum. Sarsıntıları durdurabilmek, zor ama imkansız değil…

Ortaköy, bu gece çok soğuk. Boğazın dalgaları şiddetini gittikçe artırıyor. Biraz “ödünç ısınayım” dedim, fakat bin beter dondum boğazın serinliğinde.

İçimizi ısıtacak güzelliklere ne kadar da ihtiyacımız var.

Bu kış böyle giderse, bahara daha çok var ama… gecenin en karanlık anı sabahın en yakın olduğu andır.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.