HARUN TOKAK

Işığın Yolculuğu

Soyumun ışıkla tanıştığı Talas topraklarındayım. Asya bozkırlarının ışık süvarileri ile birlikte; bizim Yunus Emre’miz gibi pek bir yerde eğleşmediği için ‘Tekdurmaz’ adıyla anılan gezgin bir dervişin türbesinin bulunduğu tepedeyiz.

Şehre hakim bu tepeden bakıyoruz Taraz’a.

Sonbaharın her rengiyle süslü büyükçe bir parkın içine saklanmış şehir.

Arkadaşlarımız, ilk Müslüman Türk devleti Karahanlı’ların burada, bu şehirde kurulduğunu, ilk Müslüman Türk hanı olan Saltuk Buğra Han’ın burada yattığını, eşi Ayşe Bibi’nin türbesiyle hala bu topraklara ışık verdiğini, açtıkları kız lisesine ‘Ayşe Bibi’ adını koyduklarını, anlatıyorlar.

Tek bir kıpırtının tek bir sesin olmadığı bozkırda, sessizlik bir türkü gibi yükseliyor.

Bozkır ışık banyosunda.

Önümüzde Talas ırmağı, bağrında taşıdığı sırlarla yemyeşil ağaçlar arasından, başını almış gidiyor.

Tatlı bir sonbahar güneşi şehri, bütün kötülüklerden arındırmak istercesine ışık sağanağında muttasıl yıkıyor.

Her an daha bir billurlaşıyor, ululaşıyor kutlu şehir.

Üstünde gezindiğim bu bereketli topraklarda ‘Işığın Yolculuğu’nu düşünüyorum.

571 Yılı…

O sene Mekke’ye bahar bir başka güzel gelmiştir.

Muştular vardır ötelerden.

Dünya sırılsıklamdır.

Değişim düşlerle başlar.

Dünya hayra yorulacak düşlerdedir.

Ve bir gece …

“Kumdan, ayın on dördü bir öksüz çıkıverir.”

Karanlıkta bir gül açar.

Derken, açılan gök kapılarından püsküren ışıkların önünde karanlıklar kaçacak yer arar.

Bulutlar gül yağmurlarına durur.

Rüzgarlar gül kokuları taşımaya başlar, ağaçlar gül esintisi kesilir.

Ömrü karanlıklarla kavga içinde geçecek olan Sonsuz Işık doğmuştur insanlık ufkuna.

Yaşı kırka geldiğinde, göklerin güzelliğini kucaklayan Hira Nur Dağına çekilir, günlerce bir başına kalır.

Her zerresinden ışık fışkıran dağın doruklarında bir kutlu inzivadadır.

Hoyrat şimal rüzgârlarının çölde çığlık çığlığa estiği karanlık gecelerde, uçurumların, yarların, en sarp yamaçların başında, bir başına ışıktan bir çiçek gibi öylece durur.

İnsanlardan, seslerden, uzak bir dağın başında bir başına öylece parlayan bir tutam ışıktır henüz.

Yalnızdır…

Derken, gök kapıları aralanır. Altı yüz yıldır suskun duran semanın dili çözülür.

Meleğin kanatları vahiy yağmurlarına yüklü buluttur.

Bir ‘Yalnız Gül’ yıkanır ışıklı ikindi yağmurlarında.

İşte, o ikindi vakti başlar Işığın yolculuğu.

Zorlu bir yolculuktur bu.

Söndürmek için çok uğraşırlar.

Başaramazlar.

O ışık her geçen gün büyür, dertleri, çileleri, acıları, hayalleri ile birlikte büyür.

Hendeğe vurduğu her bir kazmanın kıvılcımında Sasani saraylarında, Bizans saraylarında görür kendini.

O ışık ilerde dünyayı saracaktır.

Yine bir sefer dönüşüdür.

Yine, her zaman olduğu gibi ilkin mescidine uğramış iki rek’at namazını kılmış, hanımlarına uğramadan can parçası kızı Hazreti Fatıma’ya uğramıştır.

Geride garip hisler bırakarak dokunduğu her şeyi gurbet renkleriyle giydiren akşam güneşinin zarif ve zengin hissiliği vardır üzerinde.

Üstü başı perişandır.

Yorgundur.

Çölden gelmiştir.

Yüzü gözü toz toprak içindedir. Yaşı da bir hayli ilerlemiş, sakalı ve saçı yer yer ağarmıştır.

Hazreti Fatıma babasını o halde görünce acılar, tıpkı bir gül gibi yaprak yaprak açılır hayalinde.

Senelerden beri içinde birikmiş duygular depreşir.

Daha fazla dayanamaz, hıçkırıklarla sarılır babasının boynuna.

“Ağlama kızım! Allah bir gün gecenin olduğu her yere babanın ışığını ulaştıracaktır.”

Sonsuz Işık bir gün gecenin olduğu her yer ulaşacaktır ama kim ulaştıracaktır?

Yıkılmaya yüz tutmuş Abbasilerin yorgun yiğitleri mi, soylu fakat bitkin ve yorgun Arap atları mı?

İşte elden ele taşınan meşale burada, bu topraklarda el değiştiriyor ve asırlarca hep en önde taşıyacakları bayrağı bozkırın yiğitleri burada, bu topraklarda devralıyor.

Şimdilerde yurt edindiğimiz Anadolu toprakları henüz karanlıklar içinde iken, ilkin ışıkla bu topraklarda tanışıyoruz.

Horasan’da, Maveraünnehir’de, daha Hazreti Ömer devrinde Erzurum önlerinde peyderpey karşılaştığımız ışığı, topyekun bir millet halinde burada bu topraklarda bütünüyle içimize çekiyoruz.

Soyumuzun, ışığın göründüğü ufka doğru yolculuğu bu soylu bahçelerden başlıyor.

Tarih kokuyor bu topraklar,

Işık fışkırıyor bu topraklar.

Gönlüm ucsuz bucaksız bir bozkıra dönüşüyor birden.

Doludizgin küheylanlar koşuyor içimde.

Pazarlarında gül alınıp gül satılan insanlar gibi ilk ışık alışveriş kadim bilgeliğin merkezi olan bu kutlu topraklarda gerçekleşmiş.

751 Yılı…

Beşle, yedinin yer değiştirdiği yıl, ilk kez Türklerle Müslümanlar omuz omuza Çinli’lere karşı bu topraklarda savaşmışlar, Tanrı Dağları’nın öte yakasına birliktelikle sürmüşler Çinlileri.

Ebu Müslim Horasani’nin Müslüman askerleri, Türkün mertliğine, yiğitliğine, cesaretine ilkin bu topraklarda hayran kalmış.

Şu önümde akıp duran ırmağın kıyılarından, şu üzerine bastığım bereketli topraklardan başlamış ışığın Anadolu’ya doğru yolculuğu.

Hiç şüphesiz dünya tarihinin en önemli olaylarından biri olan Türklerin İslam’la kucaklaşması, Türkün yağız delikanlısı Ertuğrul Bey’in Abbasi Halifesi Kaim bi Emrilleh’in karşısına dikilerek İslam’ın sancağını taşımaya talip olması, hep bu tanışmanın sonucudur.

Önce Horasan erleri, evliyaları düşmüşler Anadolu yollarına, sonra, Orta Asya’nın uçsuz bucaksız bozkırlarında kendi benliğini tatmin için at koşturan akıncı, ufkunda parlayan ışıltıya dörtnala at sürmüş Anadolu içlerine doğru.

Tarih boyunca hep atlarıyla birlikte anılan yiğitler bu topraklardan fırlamışlar,Tuna boylarına, Avrupa içlerine.

Bozkırın İslam’la kucaklaşan yiğitleri, hiç vazgeçmedikleri sevgilileri soylu atlarla bu topraklardan boşanmışlar doludizgin.

1071’de Selçuklu Sultanı Sultan Alpaslan bu coşkuyla dayanmış Anadolu kapılarına.

Bu coşkuyla Balkanlara, batının en batısına mahmuzlamışlar atlarını.

Bu coşkuyla ‘bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen’ olmuşlar.

Bu coşkuyla Tuna’nın öte yakasına salmışlar atlarını.

Bu coşkuyla, uçmuşlar er meydanlarına, atları hızını alamadığı için bu coşkuyla uçmuşlar yedi kat cennetlere.

Asırlarca, Kosova’da, Nigbolu’da, Estergon’da, nazlı Budin’de bu coşkuyla dalgalanmış bayraklarımız.

Bu coşkuyla tekbirleri bestelemiş Itrıler, bu coşkuyla çil çil kubbeler tekbir sesleriyle çınlamış, bu coşkuyla görkemli çınarlar gibi göklere ser veren minarelere can vermiş ezanlar.

Osman Sarı, “Önden Giden Atlılar”ı Afrika fatihleri için yazmış.

Atını sonsuz okyanusa sürerek, “Şu uçsuz bucaksız derya önüme çıkmasaydı adını daha ileri götürürdüm, Allah’ım!” diyen Ukbe b. Nafi’ler için…

Afrika fatihleri, önlerine çıkan derya karşısında asılmışlar dizginlere.

Işık sonsuz maviliğin ortasındaki adalara, kutuplara ulaşamamış, ‘Sonsuz Işık’ kuzey ışıklarıyla buluşamamış.

Halbuki biz biliyoruz ki Sonsuz Işığın sahibi;

“Ağlama kızım! Allah bir gün gecenin olduğu her yere babanın ışığını ulaştıracaktır.” diyor.

Şimdi bir zamanlar fışkırdığı bu topraklarda bile sönmeye yüz tutmuş ışığı, gecenin olduğu her yere kim ulaştıracaktır?

‘Sultanın baha biçilmez hediyelerini yine onun kutlu binekleri taşırmış’

Şimdi günümüzün Işık Süvarileri gül kokulu atlarını bir vefa borcu olarak Talas topraklarında, Asya’nın bozkırlarında onun adına koşturuyorlar.

Tarihin hiçbir devrinde ışıkla tanışmamış topraklarda, okyanusların sonsuz maviliğinin ortasındaki adalarda, buzullarla kaplı kutuplarda, kuzey ışıklarına kavuşan Işık Süvarileri O’ndan aldıkları şevkle aydınlatıyorlar geçtikleri yerleri.

***

Soyumun ışıkla tanıştığı Talas topraklarındayım.

Asya bozkırlarının ışık süvarileri ile birlikte bir tepedeyim.

Önümüzde Talas ırmağı, bağrında taşıdığı sırlarla yemyeşil ağaçlar arasından başını almış gidiyor.

Sonsuz bozkırda köyüne doğru at sürüyor Bağurcan Mamuşulu.

Kur’an okutmaya gidiyor anne babasına.

Tatlı bir sonbahar güneşi bütün kötülüklerden arındırmak istercesine şehri ışık sağanağında muttasıl yıkıyor.

Her an daha bir billurlaşıyor, ululaşıyor kutlu şehir.

Ve ben, üstünde durduğum tarih kokan topraklarda Işığın Yolculuğu’nu düşünüyorum.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.