HARUN TOKAK

Yalnız Yılkılar

Sonsuz beyaz Tanrı Dağları’nın eteklerinde dolaşırken artık ihtiyarladığımı hatırladım.

“Dünya yaşlılar günü”nün kutlandığı bu günlerde, Kazak bozkırlarında bir başına yayılan yalnız ve yaşlı bir yılkıya mıhlanıyor gözlerim.

Bir ona, bir de kendime bakıyorum.

Ne kadar da benziyoruz bir birbirimize.

Sonsuz bozkıra sığınmış bağ ve bahçelerdeki sarının her bir tonunun doyumsuz seyrindeyim.

Birden, her bir rüzgar darbesiyle yüzlercesinin yere düştüğü hazan vurgunu altın sarısı yaprakların çaresiz çocuklar gibi oradan oraya koşturduğu bir güz akşamı uğradığım, huzur evindeki o yaşlı insanlar geliyor hatırıma.

Kimi, bir başına bir bankın üzerine oturup gözlerini sabit bir noktaya dikmiş, sanki gerilere çok gerilere bakıyordu, kimi, bir başkasının yardımı olmadan yerinden kımıldayamıyordu, kiminin kendi yemeğini yemeğe mecali yoktu…

Bir zamanlar zarif ve nazlı bir fidan gibi olan bu insanlar şimdi meyveleri olgunlaşıp dökülmüş ihtiyar bir ağaç gibi güz rüzgârlarında titreyip duruyordu.

Bir zamanlar konaklarda, villalarda, Boğaz’a nazır yalılarda kıvrak adımlarla koşturup duran annelerinin yüzlerine bakmaya kıyamadığı insanlar bunlar mıydı?

Bunlar mıydı, siyah saçları şelaleler gibi topuklarına dökülen, bakışlarıyla gönüller tutuşturan?

Bir aile kültürümüz vardı bizim. Nur yüzlü dedelerimiz, ninelerimiz bir sıyanet meleği gibi otururlardı sedirlerin başköşesinde.

Gelinler kızlar dolanırdı evin içinde.

Torunlar koştururdu etraflarında.

Evlatlarına kırgındılar ama torunlarını çok özlemişlerdi.

Onların o hali çok dokunmuştu bana.

Hemen hepsi elden ayaktan düşmüş de kırlara, dağlara sürülmüş yılkı atları gibi yılgındılar, kırgındılar.

Abbas Sayar, ‘Yılkı Atı’nda tam da onların o acıklı hallerini anlatmıyor muydu?

Hani, kışın kapıya dayandığı bir gün, köye dönen sürüden ayrılarak, sahipleri tarafından dağlara doğru sürülen ve artık elden ayaktan düşmüş bir yılkı atı olan Doru Kısrak.

Diğer atların arasından alınarak dağlara doğru sürüldüğünden onuru kırılmış, arkadaşlarına karşı rezil olmuştur.

Her zamanki gibi sürünün en önünde koşarken, bir an evvel yavrusu Altay’ına kavuşmak için can atarken, köye yaklaştıkça yüreğine kürek kürek dirlik atılırken, birden bire başına gelen bu olaya hiçbir anlam veremese de;

“Eh! İnsanoğlu bu…İşe yaradığında başının üstünde tutar, elden ayaktan düştüğünde defeder” diye düşünmektedir.

On, on iki yıl öncesinde onu tutan bir at mı vardı?

O vakitler, yarışlarda rüzgar gibi koşar, yetişmek şöyle dursun, hiçbir at yanına bile yaklaşamazdı.

Güzel günler tez unutulurmuş.

Kaç kış, kaç bahar, kaç yaz geçmişti sırtından.

Bir kaç kez yıkılmış, dayak yemişti zorlusundan.

Dayak güç mü verirdi?

Kuvvet mi verirdi?

Akşamüstü güneş mor bulutların ardından kaybolurken, insanlar da gün boyunca çalıştıkları bağlardan, bahçelerden omuzlarına vurdukları küreklerle, çapalarla birer ikişer evlerine dönüyorlardı.

O ise kendini dağlara doğru vurmuş gidiyordu.

Çoban Tombak’ın “ohaa… höst” sesleri yankılanıyordu köyün yamaçlarında.

Dağlarda ilk gecesidir, gecenin ürperticiliğinde yapayalnızdır.

Şimdi karşımda duran şu yılkı atı gibi, o da ovaya bakan bir tepenin yamacında bir başınadır.

Karanlıklar, vahşi dağlar gibi dalga dalga üstüne gelmekte, her bir nesne kendisine pusu kurmuş bir düşman gibidir.

Uzaktan köyün ölgün ışıkları görünmektedir.

Yavrusu ‘Altay’ oradadır.

O köydedir.

Yağmur aralıksız yağmaktadır

Yüz kez suya batırılmış gibi ıslanır.

Durur-duramaz…

Köye doğru yönelir.

Köyün hemen altından geçen deredeki suları hışırtı ile yarar.

Herkes sıcak evin de oturmaktadır.

Koşar adım girer köye.

Sokakları çarçabuk tüketerek bir an evvel evine ulaşır.

Çarparcasına ahırın kapısına ‘küt’ diye vurur başını.

Atlar hafiften kıpırdanır.

Altay’ın kokusu dolar yüreğine.

İbrahim Ağa; “Işığı getirin” diye bağırarak don gömlek fırlar.

Sopalarla saldırırlar üzerine.

Hiç aldırış etmez, bu ev herkes kadar onundur.

Evde yaşayan insanlar, köpekler, kazlar, öküzler kadar onundur da her şey ; hatıraları vardır bu evde.

Yediği dayaktan ziyade, maruz kaldığı bed muamele dokunur Doru’ya.

Ruhunun bir yanı keskin bir bıçakla bir kez daha yara alır.

Bir zamanlar rüzgâr gibi geçtiği sokakları bir boy dolaşır.

Yağmur olanca hızıyla yağmaktadır.

Hiç oralı değildir.

Dere kıyısına gelir. Biraz önce bir çırpıda geçtiği su gözünde büyür.

Bir süre suyun kıyısında öylesine gider, gaylesizlik sarar içini…

Birbirine ulanan tepelerde bir belirsizliğe doğru şafak sökünceye değin dolanır durur.

Güneş bir mızrak kadar yükseldiğinde, Çoban Tombak’ın; “oohaa, çüşşşs, höösst” sesleri arasında köyün sürüsünün kendisine doğru geldiğini görür.

Arkadaşları arasında onuru kırıldığından karşılaşmak istemese de o sürüde Altay’ı vardır.

Ayakları geri geri giderek mahçup bir halde sürünün yanına gelir.

“Anasına güç olur, peşine takılıp eve gelir” düşüncesiyle sürüye salmamışlardır Altay’ını.

Bir gün daha bitmekte karşı tepelerde akşam olmaktadır. Gün boyunca bağında bahçesinde çalışanlar yine evlerine dönmektedirler.

Bütün hayvanlar çoban Tombak’ın dönüş işaretini bilirler. O saatte Tombak, malların önüne geçer, değneğine dayanarak bir süre durur. Sonra gür bir sesle”voohaa” der, köye doğru yollanır.

İlk işaretle sanki bu davet kendisine de yapılmışçasına sürüyle birlikte köye doğru yürür Doru Kısrak.

Sürü köyün girişine geldiğinde yine sopalarla karşılarlar Doru’yu.

Doru onları görünce durur, bakar, hiç direnmez.

Geldiği yola geri döner.

Sonraki geceler birkaç kez daha köye gelirse de; ya dayak yer ya da ahır kapısını sürgülü görünce sessizce geriye döner gider.

Dağlarda bir başına dolaşırken bir gün kendisi gibi gözden düşmüş yılkılarla karşılaşır.

Umut ve yaşama isteği ile yeni arkadaşlarına sokulur, koklaşır.

Ferman ağalarınsa da, dağlar onlarındır.

Ah bir de Altay’ı yanında olsaydı, sıcak ahırda yaşayanlara hiç de gıpta duymazdı.

Dağlar daha özgür, daha güzeldi, niye İbrahim Ağa gibi merhametsiz bir adamın kahrını çeksindi.

En azından şimdilik öyle düşünüyordu.

Derken kar, bir o yana bir bu yana koşmaya, yere dek inmeye, yeniden havalanmaya başlar.

Birden, kulaklarda fırtınanın ıslığı gerisinden bir ses dolaşır.

Kurt sesidir bu.

Azgın yel, uluma seslerini bir kısaltıp bir uzatıyordu.

Doru olanları anlamıyordu. Kışın böylesini bilmiyordu.

Soğuklarla birlikte hayatı ahırın sıcaklığına bırakılır, sıcaktan gövdesi gevşer, bir hoş olurdu. Torbasına bol saman dökülür, üzerine arpa atılırdı. Bir kütürtü başlardı ahırda. Sanırsın değirmenler buğday kırıyor.

Suyu bile ayağına gelirdi çoğu zaman.

Karın altı boşluğu üşüyordu. Sanki buz bağlamıştı, hem de büyükçesinden.

Gök un eliyor, yel onu keyfine göre oynatıyordu. İplik iplik giriyordu yılkıların gözlerine. İğne iğne batıyordu. Gözleri kırpık kırpıktı hepsinin.

Uluma sesleri gittikçe yaklaşmaktadır.

Müdafaa düzeni alırlar.

Üç boz kurt, tozuyan karların arasından görünür.

Kurtlardan biri burnunu gök boşluğuna uzatarak ulur, diğerleri peşinden sağ ve sol boşluğa doğru ulurlar.

Sonra görünmez bir güçten komut almış gibi birden uçar gibi fırlarlar.

Kişneme, çenileme, uluma arasında birbirlerine hızla çarpan hayvanların pat küt arası çarpma sesi duyulur.

Bir yığın kemik, bir yığın et , yürek gücü ve öfke ile birbirlerine çarpar.

Kurtlar yaman bindirirler yılkılara.

Ah eski güçleri olsaydı…

Atların kişnemeleri, kurtların ulumaları ovayı doldurur.

Yaman bir döğüştür bu.

Çok geçmeden sesler çevre köylere ulaşır. Sayısız köpek kulaklarını diker.

Köylerde konuşmalar olur;

“Yılkılar canavarla kapıştılar”

Yılkı atlarının o gece kaçı kurtların pençelerinden sağ salim kurtuldu bilemiyoruz ama bildiğimiz bir şey varsa sonraki günlerde, ‘Doru Kısrak’ bir daha hiç ortalarda görünmedi.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.