Yılkılar üşüyor bozkırda
Eylül’ün bu son günlerinde Tanrı Dağları’nın eteklerinde bir evin balkonundayım.
Gece karanlık.
Önümde uçsuz bucaksız Kazak Bozkırları…
Bunca zahmetten sonra daha doğru dürüst sağına soluna bakmaya bile vakit bulamadan sarı saçlarını bozkır rüzgârlarına vermiş gidiyor sonbahar.
Sonbaharın çekip gitmesini beklemeden kış pılısını pırtısını toplamış gelmiş ve bozkırı çoktan esir almış bile.
Gündüzleri suskun duruyor bozkır.
Geceler daha bir soğuk.
Karanlık bozkırda, gün ağarıncaya dek atını amansızca ve hoyratça koşturuyor rüzgâr, muttasıl türküler söylüyor.
Yerde, yorgun yılkılar, gökte, yıldızlar sabaha değin o türkülerle coşuyor.
Bazen ağıtlaşıyor rüzgar. O vakit sanki binlerce vahşi kurt uluyor, binlerce yılan ıslıklıyor bozkırın karanlığında.
Bozkırı bekleyen ağaçlar üşüyor, bozkıra bırakılmış yılkılar üşüyor, Tanrı Dağları üşüyor, bozkırda koşturan Önden Giden Atlılar üşüyor.
Beyaz bir anıt gibi Tanrı Dağların başuçlarında durduğu ve gökten düşen meşaleler gibi gecenin karanlığında öylece duran yiğit mezarları üşüyor.
Boğulmak üzere olan öğrencisini kurtarmak için kendisini Ural’in azgın sularına bırakan Yasin üşüyor.
Sıcak yurtlarından, yuvalarından, ışığın doğduğu bu topraklara kosan ışık süvarileri üşüyor
Ben üşüyorum.
Çocukluğumda köy kışlarında üşüdüğüm günler geliyor hatırıma.
En çok da köyümüzde daha elektriğin olmadığı yıllarda soğuk kış gecelerinde köy minaresine çıktığım günler üşürdüm.
Boşanmış kurt sürüleri gibi minareye saldıran rüzgar nefesimi tıkar, sulu sepken yağmurları bir kırbaç gibi çarpardı suratıma.
Ezan bitinceye kadar sırılsıklam olur, başlardım titremeye.
Kışın o soğuğunda şadırvanın buz kesen suyunda abdest alan yaşlıların soğuktan çenelerinin titreyişini bugün gibi hatırlarım.
Ama İnsanın kendi köyünde üşümesi bile güzeldir.
Onun içindir ki benim en büyük hayalim okulumu bitirdikten sonra köyüme geri dönüp köy ilkokulunda görev yapmaktı.
Üşürsem köyümde üşümekti. Hiç değilse hatıralarımın sıcaklığına sarınırdım.
O vakitler hayalim, köyümün dağları ile sınırlıydı.
Şimdi Asya’nın buz kesen bozkırlarında üşüyen öğretmenleri görünce; köylerinde, kentlerinde anne babaların yanında sımsıcak yuvalarında olması gereken bu insanları bu soğuk gurbetlere düşüren nedir diye düşünüyorum.
Ömürlerinin baharında on binlerce genç, sevgililerinin siyah gözlerine koşar gibi Asya’nın bozkırlarına, ya da Afrika’nın kızgın çöllerine koşturan nedir?
Bir Leyla gibi sevdikleri köylerinden kasabalarından neden uzaktalar?
Bazıları niçin gurubu olmayan gurbetlere gömülmeyi vasiyet ettiler?
Niçin, bazılarının mezarları mavi gökler ülkesi Moğolistan bozkırlarında, bazılarının Afrika çöllerinde, Hint Okyanusu’nun yosun kokulu rüzgarlarında salınan okul bahçesindeki keşanat ağaçlarının altında?
Niçin, öğrencisini kurtarmak Ural’ın azgın sularına atlayan Yasin’imiz, şimdi az ilerimizde Tanrı dağlarının eteklerinden uçsuz bucaksız bozkırları seyrediyor.
Bir dilenciye para vermekten yüksünen nice iş adamlarımız neden kendilerini cömertlik okyanusuna salıverdiler de; dallarına bahar değen bir ağaç gibi, cömertlik suyu yürüyüverdi damarlarına.
Sahi ne oldu, ne değişti bu insanların hayatında?
Konyalılar bir gün Mevlana’ya soruyorlar;
"Sen Şems’ten önce de dört dörtlük bir mümindin, müderrisdin, Şam’daki hocan sana icazet verirken; ‘senin bilmedigin bir şey kalmadı’ demişti.
Ne oldu sana, Şems ne dedi sana ki; sen Mesnevi’de nehirler gibi akmaya, Divan-ı Kebir’de
mağmalar gibi fokurdamaya başladın, geceleri gözüne uyku girmez oldu, gökteki güneşler gibi kendi etrafında dönmeye başladın."
"Ben Şemsten önce üşüdüğüm zaman ısınıyordum, sonra ısınamaz oldum, zira Şems bana dedi ki;
‘Yeryüzünde bir tek insan üşüyorsa sen ısınmazsın, aç bir insan varsa doyamazsın, acı çeken biri varsa uyuyamazsın’ dedi."
Aşk ateşinin fitilini ateşleyen Şems’le iki mustaid fıtrat olarak okyanuslar gibi birbirine boşalmışlar ve el ele tutuşarak aşk zirvelerine doğru yürümüşlerdi.
Şimdi düşünüyorum da; 1980’de darbe sonrası tam beş yıl Sefiller’deki John Valjan gibi aranan, soğuk kış gecelerinde kalacak ev bulamadığında arabanın içinde sabahlayan, bir fırsatını bulup uğradığı her seferinde anasının; "Oğlum yine ayakların üşüyor mu?" hisli sorusundan da anlaşıldığı gibi sıcak odalarda, yün çorapların içinde bile, ayakları üşüyen o büyük ruhlu insanlar bu nesle üşümeyi öğrettiler.
Betonun buz tutması için hortumla kapının altından su verilmiş, camları kırık, buz gibi bir hücrede takunyalarının üzerinde yalnız bir kuğu gibi titreyen, gardiyanları atlatarak güç bela yanına girebilen bir talebesine; "Kardeşim! bunlar beni bu hücrede soğuktan donduracaklar" diyerek, sarılıp ağlayan, yarınlara yüreğindeki yangınlarla yürüyen insanlar, Anadolu insanına üşümeyi, başkaları için yaşamayı öğrettiler. "Başkalarını kurtarma derdi olmayan kendisi de kurtulamaz" felsefeni bellettiler.
"Yirmi beş milyonluk bu milletin imanını selamette görürsem cehennemde yanmaya razıyım" sözünü bir çelenk gibi on üçüncü asrın alnına altın harflerle astılar.
Benim gibi hayalleri köyünün dağları ile sınırlı olan nice kimselere; "Aç sineni ummanlar gibi ol, kalmasın dünyada mahzun bir gönül" dediler.
"Ateş düştüğü yeri yakar" sözünü değiştirip, "Ateş nereye düşerse düşsün bizi yakar" haline getirdiler.
Mevlana ve Şems gibi iki mustaid fıtrat olarak marifet okyanusları gibi birbirlerine boşaldılar.
Gönülden gönüle yol alarak aşk tepelerine doğru yürüdüler.
Kuruyan merhamet pınarlarını yeniden coşturdular.
İnsanlığın üzerine çöken koyu karanlıklarda, yüreklerini ellerine alarak geçtiğimiz yollarda ışık oldular.
Kaybolan hicret mefkuresini yeniden dirilterek, mefkure muhacirlerini yollara saldılar.
Artık yollarda bir nesil var.
Yolcusuz yollarda ışıktan atlılar var. Uğrayanı kalmamış susuz çeşmeler yeniden coştu. Yasla inleyen ovalara bahar geldi. Fecre kapalı vadilerde, tepelerde şafak aydınlığı var.
Hazan diyarlarındaki eski soylu bahçelerde güller açtı.
Karanlık bozkıra ışık düştü.
Başkalarının derdine ağlayan insanların gözyaşlarıyla ırmaklarda gün döndü.
Tanrı Dağlarının eteklerinde bir evin balkonundayım.
Önümde sonsuz bir bozkır.
Bozkırda geceler daha bir soğuk.
Karanlık bozkırda, gün ağarıncaya dek atını amansızca ve hoyratça koşturan rüzgâr muttasıl türküler söylüyor. Yerde, yorgun yılkılar, gökte, yıldızlar sabaha değin o türkülerle coşuyor.
Bazen ağıtlaşıyor rüzgar. O vakit sanki binlerce vahşi kurt uluyor, binlerce yılan ıslıklıyor bozkırın karanlığında.
Bozkırı bekleyen ağaçlar üşüyor, bozkıra bırakılmış yılkılar üşüyor.
Ömürlerinin baharında, sevgililerinin siyah gözlerine koşar gibi Asya’nın bu buz kesen bozkırlarına koşan on binlerce yiğit yüzlü insan üşüyor.
Onların o halini görünce: Üstad Ferit El Ensari’nin o sözü geliyor hatırıma;
‘Ey önden giden atlılar! Allah yolunun gerçek hâdimleri sizlersiniz. Allah’ın selâmı üzerinize olsun!