HARUN TOKAK

O Sensin…

Kararsız bir sonbahar günüydü.

Yağmur bir yağıyor bir kesiliyordu. Sokaklarda insanlar sağanak yağmura aldırmadan sandığa koşuyorlardı.

Bu mutluluk verici bir durumdu.

İnsanımızın duyarlılığı gelecek adına büyük umutlar vaat ediyordu.

Ama bana asıl tesir eden, bir oy için Asya bozkırlarından, Afrika çöllerinden, okyanus ötelerinden kopup gelen insanların fedakarlıklarıydı.

Bazıları havaalanında oyunu kullanıp aynı uçakla gurubu olmayan gurbetlere geri döndüler.

Tıpkı, yasaklı olduğu yıllarda bir bayram günü Almanya’dan arabasına atlayarak Kapıkule’ye kadar gelerek, sınırda dalgalanan nazlı bayrağı gönlünce seyredip geriye dönen Ozan Arifler gibi…

Kimileri bütün bir birikimlerini kullanmıştı, kimileri de, eş-dosttan borç bularak gelmişlerdi.

İçlerinden bazılarının on bir yıl boyunca ülkesini ilk defa bu referandum vesilesiyle gördüğünü duyunca gözlerim doldu.

Onların o fedakarlıkları bütün bir Anadolu’yu ateşlemeye yetti.

İnsanların tatillerini yarıda kesmelerinde, yağmur altında sandığa koşmalarında hisseleri vardı.

Son tümsekte takılıp kalacak diye düşünülen tekerleğin, demokrasi düzlüğündeki tatlı tıkırtılarını duymamızda büyük katkıları olduğunu düşünüyorum.

Onların bu göz yaşartıcı fedakarlıkları, Tuna boylarında namahrem elinde nazlı bir yar gibi duran Estergon Kalesi’nin fethi sırasında küçük bir müfrezenin ve başındaki komutanın kahramanlıklarını tedai ettirdi bana.

1605 sonbaharının eylül ayı…

Gelinlik bir kız gibi yüzüne bakmaya kıymadığımız Estergon, elimizden çıkalı tam on yıl olmuştur.

Anadolu Beylerbeyi Lala Mehmet Paşa’nın bin dört yüz kadar serhat gazisi ile beklediği ecdat yadigarı kaleyi, Nemçe orduları 80 bin kişilik bir haçlı ordusu ile almıştı elimizden.

Bir zamanlar günde üç boy mehteranın bütün bir ovayı inlettiği, minarelerinden ezan seslerinin yükseldiği Estergon; "ne olur beni kurtarın" diyen gözü yaşlı bir dilber gibi Tuna boylarında eli böğründe öylece durmaktadır.

Estergon’un kaybı bütün serhadlerde büyük bir hüzün vesilesi olmuştu.

Serhad gazileri, her tarafta yanık ve hüzünlü sesleriyle Estergon için acılı türküler söylüyordu.

"Estergon Kalesi su başı durak

Kemirir içimi bir sinsi firak

Gönül yâr peşinde yâr gönülden ırak"

Artık o sadece hüzünlü türkülerdeydi.

Devrin padişahı Sultan I. Ahmet, bir gün Sadrazam Lala Mehmet Paşa’yı çağırarak; "Senden Estergon’u geri istiyorum, sakın almadan gelme" der.

Lala Mehmet Paşa’ya gün doğmuştur;"Emrin başım üstüne sultanım, dünya isteklerinden bundan başka Cenab-ı Hak’tan bir hacetim yoktur. On yıl serhadlerde bunun için bekledim. Bundan sonra ha sağ kaldım, ha öldüm; ha görev aldım, ha azlolundum, cümle yanımda birdir." diye dile getirir sevincini.

Sefere çıkacağı gün sabah namazını Ayasofya’da kılar;

"Allah’ım! Cuma namazını Estergon’da kılmadan canımı alma,"diye dualar eder.

Ve serdengeçtiler yürürler serhat boylarına.

Balkanların şirin köy ve şehirlerinden geçerek Estergon’a varırlar.

Estregon Kalesi, ovası, dağı, nazlı nazlı akan Tuna’sıyla muhteşemdir.

Gökten düşmüşçesine kızıl ufuklarda mavi mavi tüllenen bu esrarengiz kale, adeta baştan başa bir şiir, dinleyen herkesi hislendiren yanık bir türküdür.

Günler geçer, Estergon alınamaz.

Düşman kaleyi amansızca savunmakta, ufukta zafer emaresi görünmemektedir.

Sadrazam Lala Mehmet Paşa bir gün çadırına paşalarını çağırır.

"Paşalarım! Bizler vaktiyle Estergon’da nice Cuma namazları kılmışsız, lakin talih döndü, Estergon bizde değil, ezan sesi duyulmuyor, mabetleri meyhane olmuş içki içiliyor, Estergon bizim olmalıdır."

"Emriniz başımız üzeredir, lakin önce Estergon’a giden yollar tutulmalıdır. Estergon, Ciğerdelen’le Aziz Thomas Kalesi’nden erzak ve mühimmat takviyesi aldığı sürece alınamaz. Onlardan başlamak gerekir. Önce Ciğerdelen’in ciğeri delinmeli…"

Paşalar doğru söylüyordur.

Önce Ciğerdelen’in ciğeri delinir.

Sıra Aziz Thomas Kalesine gelir.

Eylül’ün sonu gelir, Aziz Thomas hala direnmektedir.

Akıncı birlikleri sonbahar rüzgarlarıyla birlikte son bir hücuma kalkar. Kılıç şakırtıları, at kişnemeleri, haydin aslanlarım vurun ha vurun! Sesleri inletir Tuna boylarını.

Gün battı batıyor…

Kızıl ufuklarda hala zafer görünmez.

Aziz Thomas, beni çiğnemeden Estergon’a kavuşamazsın der gibi direnir, diklenir.

Karanlık çökmüştür. Kılıç şakırtıları, at kişnemeleri gecenin karanlığında nazlı nazlı akan Tuna’ya karışmakta, harp hala devam etmektedir.

Serdengeçtiler , "bu gün de Estergona’a kavuşamayacağız,"diyerek, umutlarını yitirmeye başladıkları bir anda şiddetli bir gürültü kopar.

Herkes o yana bakar.

Başlarında aksakallı, koca kavuklu yaşlı bir komutanı olan küçük bir müfreze bağıra çağıra savaşın alevlerine dalıvermiştir.

Önlerinde kimse duramadğı bu küçük müfrezenin komutanın narası, Tuna boylarını inletir.

"Vurun aslanlarım! Koman yiğitlerim!"

Bu yaşlı kahraman kimdi? Bu cesaret neyin nesiydi? Koca bir ordunun yapamadığını küçücük bir müfreze nasıl başarıyordu?

Bunları düşünmeye vakit yoktu. Akıncılar küçük müfrezenin açtığı yoldan şimşek gibi dalarak, ok yağmuru altında düşmana kılıç sallarlar.

Savaş sabaha kadar sürer.

Ve bir eylül sabahı güneş zaferin üstüne doğar.

Vezir Hüsrev Paşa fetih müjdesini vermek için Lala Mehmet Paşa’nın çadırına koşar.

"Devletlüm! Aziz Thomas alındı, Estergon yolu açıldı."

"Yalnız…"

"Yalnız ne?"

"Bu fethin şerefi küçük bir müfreze ile başındaki aksakallı bir veliye aittir."

"Veli olduğunu nereden biliyorsun Hüsrev Paşa?"

"Veli olduğundan eminim, efendim, ok yağmuruna aldırmadan düşmanın arasına dalıyor, yara almadan geri dönüyordu, belki de şehitler imdadımıza yetişti kim bilir."

"Çok memnun olduk Hüsrev Paşa! Allah gazanızı mübarek kılsın, Mevlam cümlenizden razı olsun, muradım Estergon’da Cuma kılmaktır."

Hüsrev Paşa, huzurdan ayrılmak için saygı gereği başını eğdiğinde Sadrazam Lala Mustafa Paşa’nın elbisesinin kıvrımlarında kan lekelerini fark eder.

Duraklar.

Aksakalına, koca kavuğuna bakar, her şeyi anlar, oydu.

"Paşa baba o sendin."

Ağlar.

" Bizim koca bir ordu ile yapamadığımızı sen küçük bir müfreze ile yaptın. Bu yaşlı halinde savaşa girdin bizi bağışla."

Lala Mehmet Paşa, omuzlarından tutup alnından öper Hüsrev Paşa’nın.

"Bundan kimselere söz etme emi, biz bunu nam için yapmadık, sadece vazifemizi yaptık, muradımız Rabbimizi razı etmektir."

***

Kararsız bir sonbahar günüydü

Yağmur bir yağıyor bir kesiliyordu.

Sokaklarda insanlar yağmura aldırmadan akın akın sandığa koşuyorlardı.

İnsanımızın duyarlılığı gelecek adına büyük umutlar vaat ediyordu.

Ama bana asıl tesir eden dünyanın dört bir yanından kopup gelenlerdi.

Bazıları havaalanında oyunu kullanıp aynı uçakla gurubu olmayan gurbetlere geri döndüler.

Ama onların o fedakarlıkları bütün bir Anadolu’yu ateşlemeye yetti.

Bence bu referandumun kahramanları onlardı.

Onlar sadece teşekkürü değil, aynı anda alınlarından öpülmeyi de hak ettiler.

Kim bilir belki de öpüldüler.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.