HARUN TOKAK

Yedi çınarlı şehir…

Bahçelerde hasat mevsimiydi.

Sonbahar, sarı saçlarını güz rüzgarlarına bırakmış Torosların eteklerinde geziniyordu.

Elma ağaçlarının bereketli dallarına asılı duran elmalar, uzanan ellere kendilerini bırakıp, kasalardaki yerlerini birer ikişer alıyordu.

Üniversiteden sonra ilk görev yerim olan, bu şirin ilçeyi görmeyeli yirmi yıl olmuştu

Cennetin elma bahçesini andıran yeşilliklerin arasından geçerken, pusuya yatmış hatıralar birer ikişer oradan buradan çıkarak karşıma boynu buruk çocuklar gibi çıkıyor ve yüreğimdeki yerlerine gelip oturuyorlardı.

1980’li yıllar…

Bey Dağlarının eteklerinde, büyük bir klima gibi püfür püfür esen bu güzel ilçe, yazları, cıvıl cıvıl insan dolardı

Bir elma bahçesinin içersinde üç katlı bir evin üst katında kalıyorduk.

Kızım Sümeyra iki yaşında, Oğlum Hakan Hubeyb daha senesini doldurmamış.

Ev sahibimiz Hatıb Ramazan amca, siyah ,gür kaşlı orta boylu, iri yapılı, sevimli bir insandı.

Her daim, güneş kavruğu esmer yüzünde tatlı bir gülümseme hiç eksik olmazdı.

Sevecen bir insandı, çocukları saygılıydı.

Baktıkça güzelliği artan ihtişamıyla Ketenci Ömer Paşa Camii, zarif el işçiliği ve estetiğiyle sadece Elmalı’nın değil, Antalya bölgesinin de en güzel Sinan ekolü eserlerindendi.

Avlusunda, Ömer Paşa’nın Bosna’dan getirdiği yedi çınardan biri olduğu söylenen yaşlı bir çınar vardı.

Bazen güneşin sert bakışlarından, bu ulu çınarın gölgesine sığınır, geniş yaprakları arasında cıvıldaşan kuşların gönüllere ferahlık veren sesleri arasında, Elmalı’dan Bosna’ya uzanan bir yolculuğa çıkardık.

Hükümet caddesindeki Osman Kaya ve Erol Aka Ağabey’lerin dükkanları uğrak mekanlarımızdı.

Osman Ağabey, ağır ağır konuşan, yüzünden feyiz damlayan, ruhu dingin bir insandı.

Saraçlık yapıyordu.

Erol Ağabey saatçiydi.

Ne zaman uğrasam, Erol Ağabeyi, o uzun boyuyla bozuk bir saatin üzerine eğilmiş, dikkatle onu tamir etmeye çalışırken bulurdum.

Yüzü pek gülmezdi. Son derece ciddi ve sert görünse de, ipek gibi yumuşak bir yüreği vardı.

İman davasının ilklerinden olan bu iki kahraman insanın evlerinden hiç misafir eksik olmaz, bir mektep, bir misafirhane gibi çalışırdı evleri.

Makineci Abdullah Coşanay ise bir başka gönül insanıydı.

Dükkanı, Ketenci Ömer Paşa Camii’nin önündeki geniş meydana bakardı.

Dikiş makineleri satardı.

Bir elini makinenin tablasına, diğer elini cebine kor, coşkun bir hatip gibi konuşur, gönülleri mabede bağlı nesillerin yetişmesi için mütevazı imkanlarını seferber etmekten çekinmezdi.

Bacanağı Ali Şeker, çok saygılı, edepli bir gençti. Gökçek yüzü daim gülümseyen beyaz bir bulut gibiydi. Yazları, o da yıllık iznini pek çokları gibi bu şirin ilçede geçirir ve iş çıkışı ya da hafta sonları mobiletiyle kapı kapı dolaşır, ihtiyaç sahibi öğrenciler için burs toplardı.

Tarih boyunca kadim bilgeliğin ve tasavvuf mektebinin bir merkezi gibi çalışan bu şehirde yeni bir neslin yetişmesi için gece gündüz koşturan bu kahramanlar, Elmalı baharını hazırlayan ilk çilekeşlerdi.

Elmalı’da, Abdal Mûsâ ve Kaygusuz Abdal ile başlayan, Sinân-ı Ümmî ile devam eden yolu şimdilerde bir başka çizgide bu çilekeşler devam ettiriyordu.

1980’in berrak bir Ağustos gecesiydi.

Bol yıldızlı bir yaz gecesinde, sahura yetişmek için arabamız, yolların kıvrımlarında bile yavaşlamaksızın bir küheylan gibi akıp gidiyordu.

Yayla serindi,

Yol sakindi.

Ölümün kurduğu pusuyu fark edemedik.

Yol kıyısında oturmamış çakıllara giren arabamız birden savruldu.

Ali Şeker kardeşimiz hemen orada vefat etti. Bacanağı Abdullah Coşanay Ağabey ise girdiği komadan bir daha çıkamadı.

Hemen, hepimiz ağır yaralıydık.

Hatıp Ramazan Amca hiç yara almadan kurtulan tek kişiydi.

Yarım saat önce, “Hocam siz varken benim öne oturmam ayıp olur” diyen utangaç ve bir o kadar da edep timsali Ali Şeker Bey, şimdi gözlerimizin önünde cansız yatıyordu.

” Sen hastasın, öne oturman lazım” diyerek arkası açık arabanın ön koltuğuna onu zorla oturtmuş, kendim de iki arkadaşla arabanın açık kasasına çıkmıştım.

Serin bir yaz gecesinde, ateşlerde yanıyorduk. O yangının nasıl bir şey olduğunu bir de bana sormak lazım. “Eşine ve çocuklarına ne diyeceğim” diye düşünüyordum.

Çaresizlikten çıldırmış gibi bir bilinmeze doğru verdirip giderken Hatıp Amca’nın tokadıyla kendime gelmişim ama ben o tokadı bile hatırlamıyorum.

Sabahsız gecelerin de olduğunu o ağustos gecesi anlamıştım.

Hanımları ve uykularından uyandırılmış gözleri mahmur yavruları tarafından sahur sofralarının başında beklenen küheylanlar, dört ayağı birden kesilmiş gibi serin bir yaz gecesinde yıldızların altında öylece yatıyordu.

Koşmaları yarım kalmıştı.

Kendileri değil, kederleri erişti evlerine.

1980’in o yaz gecesini hiç unutamam.

Geçtiğimiz ay, sarışın bir sonbahar günü, değerli kardeşim Sabahaddin Gökçe Bey’le; ortak ve kadim dostumuz Osman Akpınar’ın annesi Fatma Teyze’mizin taziyesinden dönerken, ilk görev yerim olan ve nice hatıraların harman olduğu bu şirin ilçeye uğruyoruz.

Bahçelerde hasat mevsimiydi.

Elma ağaçlarının bereketli dallarına asılı duran elmalar, uzanan ellere kendilerini bırakıp, kasalardaki yerlerini birer ikişer alıyorlardı.

Cennetin elma bahçesini andıran yeşilliklerin arasından geçerken, pusuya yatmış hatıralar birer ikişer oradan buradan çıkarak karşıma boynu buruk bir çocuk gibi çıkıyor ve yüreğimdeki yerlerine gelip oturuyordu.

Finike yolu üzerindeki evimiz yine elma ağaçlarının arasında öylece duruyordu.

Ev sahibimiz Hatıp Amca’yı pazarda buluyoruz.

Her zamanki gibi yine yüzünde tatlı bir gülümseme.

Yılların hasretiyle sarılıyoruz. Fakat zaman durmak bilmiyor. Eski dostları bir an evvel görmemiz ve saat 18:00 ‘de Dalaman’da olmamız gerekiyor.

Süratle çaylarımızı içip kalkıyoruz. .

Şehrin merkezindeki geniş meydana vardığımızda; yine Ketenci Ömer Paşa Camii karşılıyor bizi.

Şefkatli bir ana gibi yine öylece, gönül koymadan duruyordu.

Avlusunda ki o görkemli çınar, sarı yapraklarını güz alacasında eliyordu.

Öğle namazı için mabede giriyoruz. Minber, mihrap, kürsü öylece yerlerinde duruyorlardı. Benim suskunluğum onların sessiz çığlığını artırıyordu.

Çıkışta, makineci merhum Abdullah Coşanay Ağabeyin dükkanını görünce duygulanıyoruz. Bir eli cebinde diğer eli makinenin tablasında coşkun bir hatip gibi konuşması geliyor hatırımıza.

Saatci Erol Ağabeyin dükkanını ise yerinde bulamıyoruz. İçimize bir hüzün çöküyorsa da belki yeri değişmiştir diye kendimizi teselli ederek, Saraç Osman Ağabey’in dükkanına doğru yürüyoruz.

Dışarıda duvara dayalı çadırlık kumaş topları, dükkanın yerinde durduğunun habercisiydi. Kapısına dikildiğimizde, saçları iyice ağarmış, türbesine nur inmiş bir derviş gibi öylece duran Osman Ağabey, birilerinin geldiğini fark ederek, her zaman olduğu gibi başını ağırca kaldırdı;

” Rüya görmüyorum değil mi?” sözlerinden sonra, hasretle kucaklaşıyoruz.

“Erol Ağabey nerede?”

” Artık o evden dışarı çıkamıyor” diyor, Osman Ağabey,

birlikte Erol Ağabey’in evinin yolunu tutuyoruz.

Kapıda, Erol Ağabey’in sadık eşi karşılıyor.

İçeri girdiğimizde Erol Ağabey, bir divanın üzerinde öylece oturuyordu. Bizi görünce gözleri doluyor. Onu o halde görmek yaralıyor yüreğimizi. Eski günleri yad ederken gözlerimizin ağlamasına engel olamıyoruz.

Koşmalarına meleklerin bile hayran olduğu bu kahraman, şimdi birinin yardımı olmadan ayağa kalkamıyordu.

Bir zamanlar, mazlumların avukatı Bekir Berk gibi nice kahramanlara kucak açan, gelip gideni hiç eksik olmayan, bir mektep bir matbaa gibi çalışan bu mütevazı ev, cemaati tükenmiş bir mabet gibi kendi kutsallığında öylece duruyordu.

Hiç yüksünmeden yıllarca kocasının misafirlerine hizmet eden vefakar eşi, sanki “ah keşke yine o günler geri gelse de yine hizmet etsem” der gibi, nurani yüzünden feyz ve vakar dökülüyordu.

“Erol en çok yalnızlıktan bunalıyor, Osman Bey sen onun en yakın arkadaşısın yıllarca birlikte koşturdunuz, neden daha sık gelmiyorsun” sözleri, bir bıçak gibi saplanıyor, içimize.

Bahçelerde hasat mevsimi…

İşçilerin elleri, bereketli dallara, olgunlaşan elmalara uzanıyor.

Yaylada hüzzam şarkısı söylüyor, sonbahar.

Ayrılıyoruz Elmalı’dan.

Ardımızdan ağlıyor, anılar.

Ayrılık yaralarımızı sarmaya gittiğimiz yedi çınarlı şehir, yeni yaralar açıyor yüreğimize.

Günler geçiyor, o güzelim günler bir türlü gitmiyor hayalimizden.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.