HARUN TOKAK

Veda busesi

Bu gün 8 Haziran…

Bundan tam 1366 yıl önceydi.

Yine bir Haziran’ın 8. günüydü.

Zamanın dudakları veda busesindeydi.

Çölün kızgın kumları, sanki örsle çekiç arasında dövülen kızgın demirden çıkan kıvılcımları sağa sola savuruyordu.

Kumlar sıcaktan kımıl kımıl kaynıyordu.

Kerpiç evler, sokaklar hatta gölgeler bile buhur buhur yanıyor ve ne Bilal’in en soğuk kuyulardan getirdiği serin sular, ne de Aişe Anamızın alnına koyduğu buz gibi ıslak bezler çare oluyordu.

Çöl yanıyor…

Medine yanıyor…

Allah’ın Peygamberi yanıyordu…

İnsanlığın ızdırabıyla bir ömür boyu içten içe korlaşan ateş, sanki birden harlanmıştı.

Bir seher vakti…

Gecenin dudaklarından veda şarkıları dökülüyordu.

Bilal’in sesinin, bülbüllerin avazesine karıştığı andı…

Aişe Anamız, aklı başından uçarcasına;

“Koş Bilal! Allah’ın Rasulü yanıyor!”

Bilal kovayı kaptığı gibi seherde serin kuyulara doğru koşuyordu.

En serin suyu bulmalıydı.

O sular Peygamber’in ateşiyle savaşacaktı.

Güneş, bağrında uyuduğu geceyi bile yakıyordu.

Ufuklar bir gül gibi kızarmış,

gün kapıya dayanmıştı.

Bilal, kerpiç duvarın üzerine tırmanarak sabah ezanıyla göklere kanatlandı.

Bilal biliyordu ki, ezanı duymamak, hummanın ateşinden daha ziyade yakardı Allah’ın Peygamberi’ni.

Ezan biter bitmez yine kapının önündeydi Bilal.

Aişe Anamız açtı kapıyı;

“Peygamberimiz sana iletmemi istedi ki; bundan önce bu kadar güzelini okumamışsın.”

Çünkü bu, O’nun duyduğu son sabah ezanıydı.

İçerden Efendimiz’in iniltileri geliyordu.

Ateş avucunda sıkıyordu Allah’ın Rasulü’nü.

Serin sular, kovalarla dökülüyordu başından aşağıya.

Bir an kendine gelip gözlerini açtığında , “Namaz kılındı mı?” diye soruyor ve yine bayılıyordu.

Bir kelimelik takati vardı ve onu namaz için kullanıyordu.

Ayıldığında yine aynı soru.

Şafaklar ağarıncaya kadar ” ümmetim” diye ağladığı, ayakları şişinceye kadar namaz kıldığı, Allah’a yalvardığı geceler geride kalmıştı.

Yerinden zor kalkıyordu.

Ashabı ise; birlikte inşa ettikleri mescitlerinde O’nu gözlüyordu.

Hep O’nun arkasında namaz kılmışlardı…

O’nun sesine aşina idiler.

Hangi makamda okuyordu?

Nasıl yanık okuyordu?

Bilemiyoruz…

Bildiğimiz bir şey varsa kâinat lâl kesilip onu dinliyordu.

İki koluna girerek mescide getirdiler.

Görünce güller açtı, yıldızların yüzünde.

Onu gören güller gülse de, kan ağlıyordu Güllerin Efendisi.

Namazdan sonra ashabına döndü.

Ebu Bekirler, Ömerler, Aliler, Osmanlar, Bilaller oradaydı.

Yüzlerine baktı.

Mahzun ve yetim Nebi, hıçkırıklarını tutamadı.

Gözlerinden akan yaşlar gül rengindeydi.

Ashabını çok seviyordu.

“Onlar benim yıldızlarım.” diyordu.

Ayrılık vaktiydi…

Zamanın dudaklarında hüzzam türküler vardı.

O yıl…

Mekke’yi son defa görmüş, Veda Hacc’ını yapmış, Veda Hutbesi’nde;

“Ey insanlar söyleyeceklerimi iyi belleyin; çünkü bu yıldan sonra sizinle buluşacağıma ihtimal vermiyorum.” demişti.

Güneş doludizgin guruba koşuyordu…

Zamanın dudakları veda busesindeydi.

Yüreklerde yangın yüzlerde hüzün vardı.

Mahzun bakışlı Yetim, gecenin geç vakitlerinde Ka’be’ye geldi.

Bir zamanlar; bir başına burada namaz kılmış, burada tartaklanmış, burada hakaretlere maruz kalmış ve yine buradan göklere yükselerek ilahi teselliyle taltif edilmişti.

Geceler boyunca çöllerde kız çocuklarının minik yüreklerinden çığlıklanan feryatlar…

Kölelerin ve zayıfların derilerinde ıslıklanan kırbaçlar…

Taif’ten dönerken taşlandığı günler… Gerilerde kalmıştı.

Yine o yıl…

Uhud şehitleriyle de vedalaşmıştı.

Medine’nin ilk muhaciri Mus’ab oradaydı. Sanki elinde sancak öylece duruyordu.

“Rasulullah’a selam söyleyin. Uhud’un verasından Cennet’in kokusunu duyuyorum.” diyerek son nefesini veren Sa’d b. Rebi’ orada yatıyordu.

Amcası Hz. Hamza iki elinde iki kılıç yine önüne kattığı küffarı kovalıyordu.

“Yakında yanınıza geliyorum.” diyerek dualar etti.

Ve yine aynı yıl…

Daha bir kaç gün önce…

Cennet’ül Baki kabristanına giderek önden gidenlerle de vedalaşmıştı.

Her şey ayrılıktan dem vuruyordu.

Cibril’le her yıl bir mukabele okuyorlardı.

O yıl iki defa okumuşlardı.

Aralıksız 23 yıl boyunca sağanak sağanak yağan vahiy yağmurları da dinmişti.

Ve son günleriydi…

Şimdi mütevazı mescidinde gülleriyle birlikteydi.

Sanki “Bana güllerimi verin, benim halimden güllerim anlar.” diyordu.

Birlikte kerpiç taşımışlar, harç karmışlar, aç kalmışlar, bağırlarına taş bağlamışlardı.

Birlikte acı çekmişler, ağlamışlar, kıyasıya dövülmüşler, dayanılmaz işkencelere maruz kalmışlardı.

Birlikte yürümüşlerdi yolları… Birlikte aşmışlardı sarp yokuşları…

Büyük Göç, Bedir, Uhut, Hendek, Hudeybiye…

Ve gönül ferahlatıcı rüzgârların Mekke’den doğru estiği zafer günleri…

Yüzlerine baktıkça hıçkırıkları boğazında düğümleniyordu.

Yıldızlar sarsılıyor, sanki koca taşlar yerinden oynuyordu.

Allah’ın Peygamberi’nin yüzü sapsarıydı.

Mecalsizdi.

“Yarın size vazifemi yapıp yapmadığımı soracaklar.”

Cevap, bir gözyaşı denizinin dalgaları gibi dalgalandı,

“Sen vazifeni hakkıyla yaptın biz buna şahidiz.”

“Ben de hakkı olan gelsin alsın.”

Güller zordaydı.

Güller terliyordu.

Güller ağlıyordu.

Derin bir sükûtun arkasından birden serbest bırakılan hıçkırıklarla sayhalaşan bir haykırış,

“Asıl sen bize hakkını helal et!”

“Mukaddes görev…

Kul hakkı…

Kur’an ve Ehl-i Beyt’im…

İşte bunları size emanet ettim.” diyordu.

Yine iki koluna girdiler ve Hz Aişe Anamız’ın odasına taşıdılar.

Bu güllerin, O’nu son görüşüydü.

Sonraki günlerin birinde odanın mescide açılan penceresinin perdesini sıyırdı ve güllerine bir kez daha baktı.

Başı sarılıydı.

Öylece durdu pencerede.

Bir dolunay gibi doğuvermişti mescide.

Saflar muntazamdı.

Huşu içinde Hakk’a durmuşlardı.

Gönüller imanla doluydu.

Çok memnun oldu.

Sonra perdeyi bir daha hiç açılmamak üzere kapattı.

Hz. Fatıma’nın, gönlünde kocaman yaralar vardı.

Canı yanıyor, ruhu sızlıyordu…

“Kederim dökülse gündüzlere gece olur.” sözleriyle dile getiriyordu hüznünü.

Genç Üsame’nin ise, ordusu harekete hazırdı.

Bir kölenin oğlu olan Üsame’nin ordusunda,

Ebu Bekirler , Ömerler, Aliler, Osmanlar vardı.

Orduya katılacaklar bir bir gelip vedalaşıyordu.

En son genç kumandan Üsame geldi. Hareket için izin ve dua istiyordu.

Ama peygamber konuşamıyordu.

Vahyin dili suskundu.

Göklerin avazı ile zemini velveleye veren bülbül artık suskundu.

Ellerini yukarı kaldırdı. Belli ki genç kumandana dua ediyordu.

Üsame’nin başını ellerinin arasına aldı ve kıyamete kadar asırları aydınlatacak ışık süvarileri adına, genç serdar Üsame’nin alnından öptü.

Bu gün Sibirya buzullarındaki, Afrika çöllerindeki serdarlarını ziyaret ederek konduruyor alınlarına o en tatlı buseyi…

“Güller anlar beni

Bana güllerimi verin” diye, güllerine, gurbetteki gönül erlerine gidiyor…

Genç serdar şehrin dışındaki ordularının başına döndü. Tam sefer emri verecekti ki acı haber ulaştı.

Kızgın şişler girip çıkıyordu Medine’nin yaralı yüreğine.

Kalbi durmuştu Peygamber Şehri’nin.

Genç Üsame, getirdi bayrağı Peygamber’in kapısının önüne dikti.

Ateşe düşmüş bir yaprak gibi tutuşmuş yanıyordu bayrak.

Ve mahzun mahzun dalgalanıyordu.

Şimdi o bayrak, bir serdar bekliyor…

Ve o bayrak yeni bir rüzgâr bekliyor…

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.