HARUN TOKAK

Son karakol’da bir kınalı öğretmen

Bozkırda muhteşem bir sonbahar şöleni…Rüzgarın darbesiyle düşen her bir yaprak, hazan halısını nakış nakış, ilmek ilmek dokuyor.

Karşı karlı dağlara doğru uzayıp giden yolun iki yanında sıralı kavak ağaçlarında uğulduyor rüzgar. Arabada dört arkadaşız.

Yol boyu, Çin sınırında, Tanrı Dağları’nın eteklerindeki Karakol Şehri’nin Türk Lisesi Müdürü Yozgat’lı Kınalı İsmail’i konuşuyoruz.

Sorgun’un Y….Köyü’ndenmiş.

Öğrencileri ona; ‘kınalı öğretmen’ diyorlarmış.

Kınalı kuzuları, Çanakakle’deki Kınalı Hasan’ı biliyorduk ama kınalı öğretmeni ilk defa duymuştum.

Asil bir kadın olduğu anlaşılan anası, evladının ellerine kına koyarak gurbetlere göndermeyi nereden akıl etmişti. Biz, kocalarına kurban olsun diye gelinlere, Allah’a kurban olsun diye koçlara, vatana kurban olsun diye yiğitlere kına yakıldığını biliyorduk ama bu ‘kınalı öğretmen’ neyin nesiydi?

Sabahtan beri yol alıyorduk. Nihayet, kıyı uzunluğu 250 km.’den fazla olan efsanevi Issızgöl’ün sonu görünüyor. Tanrı dağları bütün azametiyle karşımıza dikiliyor.

Bu yüce dağlara efelenmek olmazdı. Geçit vermezlerdi. Sessizce gölün bitiminden sağa doğru kıvrılıyoruz.

Gölün karşı kıyısında, her bir rüzgar darbesiyle sağanaklaşan sarı konfeti yağmurları altında bir müddet daha yol aldıktan sonra, yol kenarındaki tabelada ‘Karakol’ yazısı görünüyor.

Sonbahar güneşinin solgun ışıklarında ısınmaya çalışan, yol kenarlarında, duvar diplerinde bir birleri ile konuşan Kırgızlar karşılıyorlar şehrin girişinde.

Arabamızı Kınalı Öğrtemen’in okuluna doğru sürüyoruz.

Okulun önünde öğretmenler ve öğrenciler karşılıyor bizi.

Yol arkadaşlarımızdan Orhan Bey, saçları önden hafifçe dökülmüş, öğretmenlerin önünde duran gözlüklü arkadaşı işaret ederek işte ‘Kınalı Öğretmen’ diyor.

Üzerinde mütevazi bir elbise, orta boylu, yüzü, hasadı yeni kaldırılmış kıraç bir arazi gibi hüznün harman yeri, ağır yük taşımak için yaratılmışcasına omuzları geniş bir yiğit…

Kırkında görünmesine rağmen kavruk yüzünde oluşmuş çizgiler, hiçbir tebessümün gizleyemediği derin acıların işaretçisi gibi.

Penceresi karlı dağlara doğru bakan bir odanın içersindeyiz.

Konuya girmek için, öğrenciler sana ‘kınalı öğrtemen’ diyorlarmış, diyorum.

Susuyor…

Uzun uzun susuyor.

Sabahı olamayan bir gece kadar susuyor.

Ala Dağlar’daki ana ceylanların sürmeli gözlerini andıran iri ela gözleri buğulanıyor, uzaklara çok uzaklara bakıyor.

Hep dağların altından akmaktan hoşlanan nehirler gibi susuyor.

Sonra birden başlıyor anlatmaya;

“Adım İsmail, İsmail doğmuşum ben.

Buralara geldiğimde 25 yaşındaydım, şimdi kırkımdayım.

Hala hayatta olan babamdan dinlemiştim.

Çanakkale’deki meşhur Kınalı Hasan’ın hikayesi bizim köyde geçmiş.

Anam, aileden gelen bir gelenek olarak buralara geleceğim sabahın ön akşamında ellerime kına koydu.

Kınalı Hasan’ın anası Selvi Ana köyde çok sevilen büyük ruhlu bir kadınmış. Kocası Hüseyin Ağa köyün ağası imiş. Zengin varlıklı bir insan. Köyün yarısına yakın araziler onunmuş.

Oğulları Hasan, İsmail, Mustafa üçü de onsekiz, yirmisinde.

Önce, 1911’deki Balkan Savaşları için çıkıyorlar köyden.

Balkanlar, Birinci Dünya Savaşı, Milli Mücadele derken, bir muharebe biterken, yenisinin başladığı yıllar.

Çanakkale harbi patlak verince Selvi ana bu defa üç oğlunun siyah saçlarına kına koyarak cepheye uğurlamış. Üç yiğidini uğurlarken sanki dönüşü olmayan bir gurbete gönderiyor gibi bir duygu, bir daha hiç göremeyeceği gibi bir his, bir alev gibi dolaşıvermiş yüreğinde.

Savaş sırasında Selvi Ana’nın üç kınalı kuzusundan Hasan’ı gören kumandan; “saçındaki bu kına nedir? Kınayı kadınlar yakar” deyince, mahçup olmuş, kızarmış Kınalı Hasan.

‘Bilmiyorum komutanım anam yaktı’ demiş.

Kumandan, ‘öyleyse mektup yaz da sor bakalım anana’ deyince, Kınalı Hasan da, anasına mektup yazmış.

Selvi Ana cevabında;

‘Kumandan bey Hasan’ıma, kınalı kızuma saçlarındaki kınayı sormuşsun. Gelinlere kına yakılır kocalarına kurban olsun diye, koçlara kına yakılır Allah’a kurban olsun diye, yiğitlere kına yakılır vatana kurban olsun’ diye yazar.

Selvi Ana’nın mektubu oğlu Hasan’a ulaşmadan Allah’a ulaşır, vatanına kurban olur.

Kardeşi kınalı Mustafa da Çanakkale’de kalır.

Üç kınalı kuzudan sadece Kınalı İsmail kalır. O da Sakarya Savaşı’nda Yunanlılar’a esir düşerek Atina’ya götürülür.

Kınalı İsmail, esir değişiminden sonra 1929’da köyüne döndüğünde, Selvi Ana ve Hüseyin Ağa’nın dönmeyen oğullarını düşüne düşüne eriyip gittiklerini mezarları ile karşılaştığında anlar.

Geniş ve görkemli konakları köylüler tarafından işgal edilmiş, bağ, bahçe, tarla ne varsa hepsi paylaşılmıştır.

Anadolu için yokluk yıllarıdır, açlık, yağmacılık, eşkıyalık, alevsiz bir yangın gibi kasıp kavurmaktadır ülkeyi.

Kınalı İsmail, evi, arazileri geri alır.

Evlenir. Üç oğlu olur. Oğullarına Çanakkale’de kaybettiği kardeşlerinin adını kor.

Hasan, Mustafa, bir de Yusuf…

Buraya geldiğinde, gözleri buğulanıyor, kederleniyor, geçmiş günlerin gamıyla gölgeleniyor yüzü.

Odanın içinde sükun ağırlaşıyor. Gözlerimizi bir birimizden kaçırmak için önümüze bakıyoruz.

Birden oturduğumuz odadan yüce dağların yamaçlarına doğru nereden geldiğini anlaymadığım ‘ayyüzlüm, turnalara tutunda gel’ melodisi ruhlara hüzün veren bir türkü gibi yayılıveriyor.

Kınalı öğretmen, aranıyor, yoklanıyor, telefonunu buluyor.

Gurbetteki insanın telefonunda acıları ve ayrılıkları sakladığı türkülerimizden başka ne olur, diye düşünüyorum.

Anlatacakları bitti dediğim anda sanki ocakta korlaşmış odunlardan birinin devrilmesiyle birden harlaşan ocak gibi başlıyor konuşmaya.

“1938’de Kınalı İsmail de vefat eder, birkaç ay sonra da hanımı…

Üç oğulları yetim kalır.

Mustafa iki, Yusuf beş, Hasan daha sekizini bile doldurmamış.

Komşuların getirdiği yemeklerle karınlarını doyurmaya çalışırlar. Köylülerden hiç biri nedense yetimleri yanlarına almazlar.

Üç kardeş, geceleri korkudan bir birine sokulur, sarılır.

Sabah olduğunda oyun için sokağa çıkarlar.

Bir sabah Mustafa’yı uyandıramazlar.

Birkaç gün her sabah ‘Mustafa haydi kalk biz oyun oynamaya çıkıyoruz’ derlerse de, henüz iki yaşındaki Mustafa hiç ses vermez.

Uyuyor, diye düşünürler.

Bir gün uzak bir köyden annelerinin akrabaları gelir. Mustafa öleli neredeyese bir hafta olmuştur.Soğuktan mı açlıktan mı olduğunu o gün bu gün kimse bilmez.

Diğer iki yetimi yanında alır götürür akrabaları. Koca konak yine ıpıssız kalır. Pusuda bekleyen fırsatçılar konağı hemen işgal ederler. Bağ, bahçe, tarla ne varsa hepsi kapanın elinde kalır. Kınalı kuzuların ocağı bir kere daha söner.

Ne Yusuf ne de Hasan bir daha köye dönmezler.

Kırgındırlar.

Ara sıra Sorgunun bir tepesine çıkarak oğullarına; “İşte şu karşıki köyün yarısı bir zamanlar bizimdi, şimdi bir metre yerimiz yok” diyerek ağlarlar.

Bir gün Sorgun Çarşısı’nda, seksenini devirmiş bir köylü kardeşlerden Yusuf Efendi ile karşılaşır.

‘Yusuf Efendi! Ben de seni arıyordum, hacca gidiyorum da bir helallik alayım istedim, ne de olsa bunca yıldır arazilerinizi ekip kaldırıyoruz.’

‘Olur helal ederim, ancak bir şartla: İster kır olsun, ister nehir yatağı beğenmediğin bir tarlayı çocuklarıma ver, bütün haklarımı helal ederim’

Pişkin köylü; ‘Yusuf Efendi ben aklımı peynirle mi yedim yıllardan beri ekip kaldırdığım bir tarlayı niye vereyim’deyince Yusuf Efendi;

‘Öyleyse sen de hicaza git ama Ka’be’ye yüz süremeden, Ravzay’ı göremeden geri gel’ diye beddua eder.

Hicaza yaklaştıkça kol ve bacakları iyice ağırlaşan adamın felç her tarafını kaplar ve hiçbir yeri göremeden geri döner, bir müddet sonra da ölür.

Tanrı Dağları’nda gün battı, batıyor.

Kınalı Öğrtmen sözlerini şöyle tamamlıyor.

Ben Çanakkale’den geriye dönebilen üç kınalı kuzudan Kınalı İsmail’in torunuyuyum.

Yusuf’un oğlu. Şimdi nöbet sırası bizde.

Dedim ya ben İsmail doğmuşum.”

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.