HARUN TOKAK

Süleymaniye’de bir bayram sabahı

Bir bayram sabahı… Şafak vakti yollardayız. Çamlıca’dan Boğaz’ a doğru inerken, saniye saniye sabah oluyor İstanbul’da. Gecenin bu vaktinde, bir yerlere geç kalmışcasına sağımızdan solumuzdan hayaletler gibi hızla geçiyor arabalar.

Çamlıca’dan Boğaz’a kıvrılınca zinet ve takılarıyla uykuya dalmış bir dilber gibi köprü, bütün güzelliği ile çıkıveriyor karşımıza. Masalsı bir rüyadan geçer gibi geçip gidiyoruz Boğaz’ın ışıltılı gerdanından. Saniye saniye sabah oluyor İstanbul’da. Yollar tenha.

Haliç’e sarkınca, sağımızda, sabaha değin bütün hazırlıklarını yapmış da evlatlarını beklmeye durmuş nur yüzlü bir ana gibi öylece duruyor Eyüp Sultan… Gecenin bu vaktinde onu böyle görünce, Kusva’nın, rüşvet kabilinden önüne uzatılan bütün yeşil otları bir kenara itişi, gönlünü Eyüp Sultan’ın bağrından alev alev yükselen “ah” lara kaptırışı, Eyüp Sultan’ın, Güllerin Efendisi’ni misafir edişi, üst katta parmaklarının ucuna basarak yürüyüşü, sonra, “Olmuyor, Ya Rasulullah! Ne olur siz üst kata taşının” deyişi; bu bayram sabahı, gönlümüzün en üst katlarının dünyalıklarla dolu oluşu, geliyor hatırıma.

Eyüp’ten sağa saparak, Süleymaniye’ye doğru dönüyoruz.

Solumuzda Haliç….

Işıklar dinleniyor şafak kızıllığının vurduğu serin sularında. ‘Karşı tepeler, gül bahçeleri gibi kızarmış…’ Bu bayram sabahı bir başka güzel İstanbul. Ne bileyim işte bir inşirah var içimde. Haliçtan sağa kıvrılarak Süleymani’ye yokuşunu tırmanmaya başlıyoruz.

Çok gitmeden yol tıkanıyor, arabamızı park edip, yürüyoruz.

Her bir sokaktan ilahi mabede doğru koşturan hayalet gibi insanların arasında buluyoruz kendimizi. Birkaç sokağı geride bırakıp, Kıble tarafındaki taş döşeli dar sokağı döndüğümüzde, bütün ihtişamıyla karşımıza çıkıveriyor muhteşem mabet…

Türkü türkü yükseliyor gecenin aydınlığında. Günler geceler boyunca hastane odalarında hep evlatlarını sayıklamış, yüreği yanık bir ana gibi; iyiyce süzülmüş, tepeden tırnağa nur kesilmiş…

Ela gözleri, geceler boyunca soğuk duvarlar arasında ağladını ele verse de , nurlu yüzü üç yıldan beri kucaklayamadığı evlatlarına özlemle tebessüm ediyor. Vakit namazlarını, cumalarını, mübarek gecelerini ama en çok da bayram sabahlarını özledik, diyen evlatlar, hayal nehirler gibi akıyor ulu mabede.

“Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya, giriyor, bir biri ardınca ilahi yapıya”

Kaç bayram gelememişlerdi, kaç bayram alınlarını şefkatli seccadelere sürememişlerdi…

Evlatlarının yüreğinde, bitmeyen bir hasret, bitmeyen bir hüzündü Süleymaniye. Kaç bayramdır görmüyordu evlatlarını, kaç bayramdır kursağında kalmıştı evlatlarına kavuşma hasreti. ‘Gecenin bitmeye başladığı andan beridir, duyulan gökte kanad, yerde ayak sesleridir’

Gecenin aydınlığında koşturan kalabalıklar,bir sürü koldan gelerek bir nehir yatağında buluşan coşkun sular gibi, avlunun ayrı ayrı kapılarından girerek ilahi mabedi dolduruyor.

Ben de karşıyorum aralarına.

Tarihi mabedin tam giriş kapısına geldiğimde; “biraz açılalım, biraz yol verelim” sesleriyle, herkes gibi bende gayr-i ihtiyari geriye dönüp bakıyorum, yeni bir insan seli sahile koşan bir dalga gibi üzerimize geliyor.

O nurlu selin arasından uzun boylu, ‘Yüzü, dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli,

büyük bir iş görmekle yorulmuş belli’ olan birisi çıkıveriyor.

Sağa sola selam veriyor, tebessüm ediyor ve yanındakilerle birlikte, ‘cedlerinin mağfiret iklimine’ girer gibi giriyor ilahi yapıya.

Güneşin doğuşu öncesi aydınlık bir denizi andıran nurani saflar, önce şafak rüzgarına tutulmuş bir ekin tarlası gibi ırlanıyor, sonra da sihirli bir âsâ değmiş kızıl deniz gibi iki yana açılıyor. Açılan nurlu yoldan ruhaniyat denizinde yüzer gibi mihraba doğru yaklaşarak halktan birisi gibi halkın arasına diz çöküyor.

Mihrabın iki yanındaki dev mumlar, nöbetteki iki asker vaziyeti alıyor. “Ne kadar saf idi siması bu Mü’min neferin Kimdi? Banisi mi, mimarı mı ulvi eserin?

Birisi kulağıma eğilerek hafifce; ” Biz bu yiğit yüzlü insanı çok seviyoruz, çünkü o bizden biri, büyük yurdu kuran ve koruyan kudret işte bu ruh” diyor.

Bu nasıl bir bayram sabahı Allah’ım! Anadolu’nun her bir yerinden gelen her ırktan, her renkten, halkıyla, idarecisiyle Süleymaniye bu sabah yine bir tarih oluyor. Birden, geçmişin acı günlerine kayıyor hayalim…

Ülkede, nesillerin Allah’ı unutmasından, cenaze yıkayacak kimse kalmamasından, içki-kumarın yaygınlaşmasından, ana-babaya, büyüğe saygının bitmesinden; başta mabetler, türbeler olmak üzere maneviyat pınarlarımızın bir bir kurumasından tek parti döneminin milletvekillerinin, hatta Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı Nadir Nadi’nin bile dert yandığı günlerden, bu günlere…

1947’de on aylık imam hatip kursunun İstanbul’da açılışı, ardından Demokrat Parti iktidarıyla birlikte, aynı yıl yedi ilde, yedi imam hatip okulunun yedi kandilli süreyya gibi doğuşu…

İşte şimdi bir bayram sabahı o yedi okulun birinden mezun olan bir başbakanın halkla birlikte Hakk’ın huzurunda saf tutuşu…

Hey gidi günler!

Dah dün, hiçbir üniversiteye gidemedikleri için mağdur olan imam hatip okullarının yüksek bölümünü açma talebiyle gelen heyeti, korkusundan konutun ayrı ayrı kapılarından alan dönemin başbakanı Menderes ;

“Ben de müslümanım, Türkiye’nin de ayakta kalmasının teminatı İslam’dır, eğer bugün biz ayaktaysak, beyaz örtülü bir ninenin veya aksakallı bir dedenin kucağında büyümüş bir nesil olarak ayaktayız ama beni çok bunalttılar, etrafımı kuşattılar, çok yalnızım” demiş ve darbenin ayak seslerinin duyulduğu o günlerde, ülkenin merhametli başbakanı hıçkıra hıçkıra ağlamıştı.

Bu sabah bir başka Süleymaniye’de bayram sabahı.

Mihraptan yükselen Kur’anlarla, yüreklerden yükselen tekbirlerle kubbeler bir birine ses veriyor, bu bayram sabahı,’yüzlerce şehir bir birine sesleniyor’ “Çok yakından mı sesler, çok uzaklardan mı Üsküdardan mı, Hisardan mı, Kavaklardan mı? “Şimdi her merhaleden, ta Beyazıd’dan, Van’dan Aynı top sesleri geliyor her yandan”

Gecenin bitme vaktinden beri ilahi mabedi ışıl ışıl aydınlatan yorgun avizlerin imdadına camlardan dolan günün ilk ve taze ışıkları yetişiyor. Gün ışığının yansıdığı her bir Mü’minin yüzü, ay ışığında uyurken rüyasında melek gören bir bebek siması kadar saflaşıyor. Namazın bitiminde Haşr suresini okuyor İmam.

Önce derinden akan sular gibi sessiz sessiz başlıyor, sonra;”…min haşyetillah”e gelince kemikleri çatırdıyor kubbelerin.

Dev gibi duvarlar, heybetli sütünlar her okunduğunda ödlerini koparan ayeti daha yataktan başını kaldırdıkları ilk günün sabahında yeniden duyuyorlar.

Namaz bitiyor, dışarda tatlı bir sonbahar. Sağa sola salınarak, bayram çocukları gibi seviniyor avludaki asırlık çınarlar.

Ben de bu bayram namazını Süleymaniye’de kıldığıma çocuklar gibi seviniyorum Hem de babalarıyla birlikte Süleymaniye’ye gelen çocuklar kadar.

Onlar tıpkı benim gibi, bu bayram sabahında gördükleri Süleymaniye rüyasını hep hatırlıyacaklar. Dedim ya, bu bayram Süleymaniye yine bir tarih oluyor.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.