HARUN TOKAK

Sizler Gül Kokuyorsunuz

Buruk bir bayram sabahı uçaktan indiğimizde sulu sepken bir kar yağıyordu.

Aşkın, ışığın, hüznün ve güzelliğin ülkesi Van’daydık.

Her zaman olduğu gibi vefa abidesi değerli dostum Hacı Ömer Bey karşıladı bizi.

Önce, deprem darbesinin acısını daha bir derinden hisseden Emrah ile Selvi’nin ülkesi Erciş’e doğru yola koyulduk.

Yolda Erciş’ten dönen Cumhurbaşkanımızın konvoyu ile karşılaştık.

Bu bayram sabahı, sonbahar soğuklarında üşüyen çadırlarının kapısını aralayarak camiye koştuklarında Cumhurbaşkanlarını karşılarında bulmuş olmanın sonsuz sevinci vardı depremin vurduğu Doğu insanın yüzünde.

Erciş’te taziye çadırlarına uğradık. Elektrikli sobaların ısıtmaya çalıştığı her çadırda yumak yumak acılar karşıladı bizi.

Bir çadırda Zeynep Öğretmen’in anasının göz aşları ile karşılaştık.

“Yavrum daha iki aylık öğretmendi. ‘Ana sen yalnızsın ben gelip sana bakacağım’ diyerek tayinini buraya istemişti.” Derken hıçkırıklar boğazına düğümleniyordu.

Evler, çadırlar, yürekler tutuşmuş yanıyordu.

Bize refakat eden Mustafa Bey hıçkırıklarla anlatıyordu depremin geride bıraktığı derin acıları.

Şurası bir birine sarılarak can veren Antepli gelinle, Vanlı damat Zeki Bey’in çocukları ile birlikte can verdiği yer…

Şurası Azra bebeğin annesiyle birlikte kurtulduğu, şurası Yunus’un, şurası on kadar kız öğrencinin sağ çıkarıldığı yer…

Tam elli dört yakınını kaybettikleri bir enkazın başında baba-oğul, acıların yonttuğu bir anıt gibi duruyordu. Sarı saçlarının güzel yüzünü perdelediği Yusuf kırmızı montuna sarınmış ısınmaya çalışıyordu.

Acılar baba Kılıç Bey’i öylesine hırpalamıştı ki hala bir hayalet gibiydi.

Erciş’in girişindeki Emrah ile Selvi anıtı, sevginin yonttuğu aşkın, bu baba ile oğul da hüzünlerin yonttuğu acının resmi gibiydi.

Sözün bittiği yerde olduğumu fark ettim.

Onları teselli edecek bir cümle bulamadım. O bizi teskin etti.

“İmtihanımız çok ağır, biz ölümü kabullenmişiz, imanımız var. Ama sonuçta insanız ve tabii ki çok ama çok acı çekiyoruz, alışmak çok zor, dayanmak çok zor”

Emrah ile Selvi’nin acılar ülkesinden ayrılırken gün, Van Gölü’nün lacivert sularında kayboluyordu.

Yatsıdan sonra Van’a geldik.

Acıları siyah bir şal gibi üzerine çekmiş olan Van, gece tam bir hayalet şehir olarak karşımızda duruyordu.

Bir zamanlar tam dört yıl gide-gele aşındırdığım yollar yarılmış, önünden geçtiğim pek çok evler yerle bir olmuştu.

Bir birinin üstüne binmiş beton bloklar, katilinin başında bekleyen bir cani gibi, “burada can verenlerin katili benim” dercesine vahşi gözlerle bize bakıyordu.

Maraş Caddesindeki okulumun önünden geçerken öğrencilerimi, öğretmen arkadaşlarımı, her karşılaştığımızda “kurban! Vallah ben seni çok seviyorum” diyen samimi dost Keremoğlu’nu hatırladım.

Doğunun taze fidanlarını dağlara kaptırmamak için o şehir senin, bu köy benim koşturduğumuz o güzel günler gelip oturdu içime.

Ömür defterime en bereketli yıllarım diye yazdığım bu güzel şehrin her yerinden, yaralı ve mecruh bir insan gibi iniltiler yükseliyor.

Evlerin çoğu oturulabilir durumda olmasına rağmen sağlam evlerde de ışıklar yanmıyor.

İki yüz bine yakın insan şehri terk etmiş.

Gidemeyenler de evlere girmekten korktukları için çadırlarda yaşıyorlar.

Işığın ilk fışkırdığı topraklar olmasından mı, milletçe pek bunaldığımız bir devirde ilk ışık süvarisinin bu aydınlık ufuklarda belirmesinden mi, sıcak ve samimi insanlarından mı? Nedendir bilmiyorum ama ayrılalı on sekiz yıl olmasına rağmen yüreğimin bir yani hep bu şehirde oldu.

Sevdalarım düşlerim vardı bu şehirde.

Her sabah, Anadolu topraklarına doğan güneş, ilkin bu soylu şehrin dağlarını aydınlatsa da şimdi karanlığın koynunda, sulu sepken bir yağmurun altında ıslak ıslak üşüyor.

Eskiden beri şairler, şiirlerinde sevgilileri ile buluştukları ve zamanla harabe haline gelen o yerlere bakıp bakıp ağladıkları gibi bende harabeye dönmüş Doğu’nun bu soylu şehrine bakıp bakıp ağladım.

Ama ben bir şeye inanıyorum. Nasıl ki bir tutam ışığa hasret kaldığımız yıllarda Ararat Dağı’nın sarsılması ve infilak etmesiyle yalçın kayaların arasından fışkıran bir nurla ışığın yolculuğu başladıysa; bu son sarsıntıyla da Anadolu insanın yüreğindeki sevgi ve kardeşlik kıvılcımları korlaşacak ve güneşe yeni bir yolculuğu başlatacak.

Senelerin ihmalinin bu vesile ile son bulacağına, et ve tırnak gibi olmuş bizleri birbirimizden koparmak isteyenlerin karanlık düşüncelerinin kursaklarında kalacağına inanıyorum.

Hindistan’ın bölündüğü, Pakistan’ın ayrıldığı günlerde Gandi, Muhammed Ali Cinnah’a,”Beni testere ile ortadan biç, ikiye böl; fakat, Hindistan’ı bölme!” diye yalvardığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Doğu’da ki kardeşlerimle birlikte geçirdiğim bu bayramda acıların potasında eriyen bizlerin, aslında birbirimize nasıl da tutkun olduğumuzu gördüm.

Depremden bu yana yardım olup yağan Anadolu insanı, yaptığı ile yetinmedi, bir de bayramı da bu acılı kardeşlerimle geçireyim diyerek ışığın doğduğu, acıların yoğurduğu bu topraklara koştu.

Gün boyunca yanlarında getirdikleri paketlerle sokak sokak dolaşarak kapısını çalmadık çadır bırakmadılar.

Görev bitip de ayrılık vakti geldiğinde Van’ın vefakar insanları, teşekkür için Van Gölü’nün kıyısındaki Serhat Koleji’nin spor salonuna herkesi topladılar.

Bizi de davet ettiler.

Kayserililer, 160 kişilik bir özel uçakla gelmişler.

Belediye başkanı Özhaseki, milletvekilleri ve cömert işadamları;

“Biz her zaman sizin yanınızdayız, acınız acımızdır, bizim kardeşliğimizi hiç kimse bozamaz” gibi sözlerle samimi ve sıcak duygularını dile getirdiler.

Gecenin sonunda Vanlılar adına bir konuşmacı çıktı sahneye.

“Değerli Kayserili kardeşlerim!” diye başladı sözlerine.

“Sizler bu bayram ailenizle, çocuklarınızla sımsıcak yuvalarınızda yapacağınız bayramı yağmur altında akşama kadar koşturarak bizlerle geçirdiniz.

Ama sizler, bizim için daha değerli olan bir başka şey yaptınız.

“Birkaç yıl önce yine böyle bir bayram günü, Sünbül Dağlarının eteklerindeki Hakkari’de akşama kadar kapı kapı koştuktan sonra gece memleketi Maraş’a yavrularının yanına dönerken şehit olan Mehmet Bey kardeşimizin kızı Büşra, babasının ardından bir mektup yazmıştı. Büşra kızımız mektubunda; ‘babacığım bu mektubu senin kaleminle yazıyorum. Son giydiğin ceketinden aldım kalemi. İzin alacaktım ama sen yoktun. Bir de dayanamayıp kalemi alırken ceketine sarıldım. Ağladım… Ağladım… Ama üzülme ceketine sarılıp ağladığımı annem görmedi. Görseydi çok üzülürdü. Babacığım! Bir de ceketine sarıldığım da bir şey fark ettim. Ceketin gül kokuyordu. Ceketin sen kokuyordu’ diyor.”

Biz de bu bayram sabahı, soğuk sularla abdest alıp, çadırlarımızın kapılarını aralayarak camiye koştuğumuzda ulu bir mabedin kubbelerinden, kapılarından dışarılara gül kokusu yayıldığını fark ettik. İçeri girdiğimizde Cumhurbaşkanımızı karşımızda bulduk. Selam verdiğimizde göz göze geldik. Bu bizim nice yıllar bekleyip durduğumuz bir andı. Sizler bizim asırlık hasretimize son verdiniz.

Büşra kızımızın dediği gibi sizler Türkiye kokuyorsunuz, sizler Anadolu kokuyorsunuz, Sümbül Dağı’ndaki sümbüller gibi, Erciyes’teki kır çiçekleri gibi kokuyorsunuz.

Bu bayram size sarılınca fark ettik ki, sizler gül kokuyorsunuz.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.