HARUN TOKAK

Siz Cengiz’in Arkadaşları mısınız?”

Bir güzel gecenin bitimindeyiz.

Tarihi semtimiz Çemberlitaş’taki kültür merkezi yavaş yavaş boşalıyor.

Bir duvarın dibinde bekliyorum.

Dışarıya akan insan selinin arasından şık giyimli bir delikanlı bana doğru yöneldi.

Yüzünde hafif bir tebessümle; “Beni tanıdınız mı?”dedi.

“Tanıyamadım.”

“Depremin ilk günleriydi… Siz gece iki sıralarında…” derken anlamıştım.

Birden gözümün önünde; çadırların arasında ha bire gidip gelen o delikanlı belirdi.

Gecenin koyu karanlığında, kucağında ağlayan bir çocukla bize doğru koşuyordu.

Seneler silse de simasını, olayı hemen hatırlamıştım.

***

1999 Ağustos’unun sarışın ikindilerindeyiz.

Daha şehre adımımızı atar atmaz deprem darbesinin dayanılmaz acılarıyla sarsıldık.

Birbirine girmiş evlerin enkazından sokaklar geçit vermiyor, koca şehir bir büyük mezarı andırıyordu.

Adapazarı, mecruh bir insan gibi iniltiler içinde yerde kıvranmaktaydı.

Beton blokların altından sağ kurtulanlar, yüzlerindeki dehşet ifadeleriyle mahşerin insanlarına benziyordu.

Her an yeni bir sarsıntı ihtimaliyle çıldırtıcı bekleyişin korku gölgeleri gömülmüştü kederli yüzlerine.

Kabaran korku dalgaları yutmuştu şehri.

Hiç kimse evine girmeye cesaret edemiyordu.

Ayakta kalabilen sağlam evler bile düşman gibi bakıyordu insanlara.

“Tozlu Cami”nin kubbesi çökmüş, minaresinin beli birkaç yerinden kırılmış yerde yatıyordu.

Mezarları bile iş makineleri kazıyordu. Açılan çukurlara sıra sıra konulan cesetleri yine makineler örtüyordu.

Kimsede ölüsünü gömecek güç yoktu. Şehir kadar bitkindi bedenler. 45 yıllık birikimini 45 saniyede kaybeden insanlar, üzerlerinde eski püskü elbise ve ayakkabılarla dolaşıyorlardı.

Güneşin gurubuyla birlikte Sakarya Ovası karanlığın koynuna bıraktı kendini.

Yıldızlar, acı çığlıkların yükseldiği Ak Ova’ya hüzünle bakıyordu…

“Kimse Yok mu?”sesleri bozuyordu gecenin derin sessizliğini. Bir de Ağustos böcekleri…

Sakarya Nehri, sırtındaki ağır yüküyle mehtabın ışığında köpükler saçarak başını almış kıvrılarak gidiyordu.

Gökyüzü bu gece erguvandı.

Sakarya Ovası, hüznü bir siyah şal gibi bürünmüş, en derin en acılı uykularındaydı.

Samanlı ve Keremali Dağları’ndan kurtulan acı yüklü rüzgârlar, vadiye indiğinde dinginleşerek, mecalsiz kanatlarıyla geziyordu ölüler evini andıran şehrin sokaklarını.

Yardım konvoyumuz, ayın hüzünlü ve hülyalı ışıklarında hayalet sokaklardan zorlukla ilerliyordu. Yollar dar, çamurlu ve harabe…

Kırk beş yıllık birikimini 45 saniyede kaybeden dünün zengini, bugünün fakirleriyle karşılaşıyorduk.

Yaz yağmurları, bir anda bardaktan boşanırcasına yağmaya başladı. “Ne olur bari sen ağlama” dualarının dillendirildiği günler…

Çadırların içi su doluydu. Bin bir güçlükle temin edilen sünger yataklar yağan yağmuru iyice içmişlerdi.

Artık şehrin kenar mahallelerindeyiz. Buralarda ulaşılmayan, paylaşılmayan yumak yumak acılar var.

Hangi çadıra ya da derme çatma bir barakaya uğrasanız ağrılar, acılar ve yaralar içinde kıvranan insanlar…

Doktorlarımızın bu vesile ile aldıkları dualara hâlâ gıpta ile bakarım.

Her çadır kocaman bir göz olmuş gelecek insanları ve yardımları bekliyor.

Umudun adını kimse bilmiyor buralarda. Şehir merkezinde dağıtılan yardımları almaya gidecek mecalleri bile yok.

Son kahvaltılık paketimizi de sessizce bir çadırın önüne bırakmıştık. Sabah çadırlarının önünde paketleri görenlerin ne kadar sevineceğini düşünmek tek tesellimizdi.

Merkezimize geriye dönmeliydik.

***

Ağustos’un bu hüzünlerle dolu gecesi sırtını sabaha dayamıştı.

Sık ağaçlı bir bölgeden geçiyorduk.

Çukurdaki iki çadırı yaladı geçti ışıklar. Gecenin siyah yüzünde, gözüne ak inmiş âmâ gibi duruyordu çadırlar

Konvoy durdu.

Biraz daha dikkatlice bakınca, çadırların önünde bir hayalet gibi gidip gelen adamı gördü gözlerimiz. Yorgun bir kelebek kadar mecalsizdi umudunun kanatları. Son çırpınışları takıldı farların geceyi delen ışığına.

Adamın çadıra girmesiyle dışarı çıkması bir oldu. Kucağında ağlayan bir çocukla bize doğru koşmaya başladı.

Doktorlar çocuğa müdahale ettiler.

Bir süre sonra çocuğun ağlamaları durmuş, eline tutuşturulan oyuncaklarla oynamaya başlamıştı. Zavallı yavrucak şimdi etrafına gülücükler dağıtıyordu.

Oracıkta Merhum Mehmet Akif’in “Hz Ömer’le kocakarı” kıssası geldi aklıma.

Hayalim bir anda Devr-i Saadete gitti.

Çöl geceleri çekti beni kendine.

Medine’nin uzak mahallelerindeki bir çadırda yaşlı bir kadının açlıktan ağlayan çocukları için sırtında un çuvalı taşıyan Halifeyi düşündüm.

Bir zamanlar çöl gecelerinde kız çocuklarının feryatlarını hiç umursamayan bu insan, şimdi un çuvalının ve mesuliyetinin altında iki büklümdü.

Çöl her zamanki gibi yanıyordu.

Yaptığı yemekle karnı doyan çocukların gülüp eğlendiklerini görünce “Anacığım! Madem ki mağdursun neden Halife’ye haber vermedin?” deyince, yaşlı kadının,

“Halimizden haberi olmayacaktı da Ömer neden halife oldu” sözleri Hz. Ömer’de cevap verecek mecal bırakmamıştı.

O yıldızlar olmasaydı, biz bu karanlık gecede burada olmayacaktık, diye düşündüm

Hayalimin gittiği o saadet gecelerinden acılarla dolu gecemize geri geldiğimde, ağlama sırası çocuğun babasına gelmişti.

Belli ki günlerden beri tıraş bile olamamıştı.

Uzamış sakallarının arasından yaşlar elbisesine doğru süzülürken,

“Çocuğumuz ateşler içinde kıvranıyor, annesi içerde ağlıyor, durmadan dua ediyor, ben de çaresizlikten çadırın önünde ha bire gidip geliyordum. Yol yok, elektrik yok, vasıta yok… ‘Gecenin bu vakti ne yaparım Allah’ım! Gecenin bu saatinde kim gelir buralara’ derken bir anda ambulansın ışıklarını gördüm. Sevinçten ne yapacağımı şaşırdım. Siz kimsiniz? Allah aşkına!”

Kendimizi tanıttık.

“Tahmin etmiştim.” dedi.

“Ben de vagon fabrikasında çalışıyorum. Bir oda arkadaşım vardı, Cengiz Taştan. Sizin arkadaşlardandı.”

“İyi tanırız” dedik.

“Cengiz, Kırgızistan’a Türk okulları için gider gelirdi. Oradaki okulları anlatırdı bana. Anlattıkları benim pek ilgimi çekmezdi ama güzel şeyler yaptığına inanırdım. Siması güven verirdi insana. Bir keresinde yine oralara gitmişti. Bindiği araba kaza yapmış orada vefat etmişti. Cenazesi geldi.

Cengiz’in arkadaşları bizi mutlaka bulur dedik hanımla. Sizleri görür görmez, bunlar “Cengiz’in arkadaşları olmalı” dedim, yanılmamışım.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.