HARUN TOKAK

Koşarken çatlayan küheylanlar

Başımı kaldırıp baktığımda, yüzünde tatlı bir tebessüm, çakır gözleriyle bana bakıyordu.

Bu güzel gözler, yıllar önce yıldızların altındaki bir yaz gecesi yolculuğuna götürdü beni.

Gözlerinin çakırlığı bana birisini hatırlatmıştı.

Gülüşü, duruşu tıpkı o.

Yıllar önce ayrılmasaydı aramızdan “Bu, o” diyecektim ama gözlerimin önünde ölmüştü.

O olamazdı.

Belki de aynı yaşlardaydı. “Bunu imzalar mısınız?” diye elindeki kitabı bana doğru uzattı. “Adın ne senin?” dedim.

“Talha” dedi, “Talha Şeker.”

****

Antalya’nın en sıcak günlerinden birindeyiz.

Nemli havada sırtımıza yapışıyor elbiselerimiz…

Başımızdan aşağı doğru inen terlerimiz yıkıyor vücudumuzu.

“Rasanetli Günler”in pilav günündeyiz.

Yüzlerce insan doldurmuş salonu. Herkes en tatlı anılarını getirmiş yanında.

O ilk günler…

Sıkıntılı ama sevimli günler aramıza yeniden dönmüş gibi.

Aramızdan ayrılanların anıları sardı dört bir yanımızı.

Salonun en önündeki koltuklarda ömrünü talebelere adamış fedakâr iş adamları…

Merhum Halil Yuva Amca’nın evden bozma Doğu Garajı’ndaki iki katlı Rasanet Yurdu günleri…

Terörün tırmandığı, günde beş on evladımızın öldüğü, kardeşin kardeşi vurduğu acılı yıllar…

Emanet edilmiş çocukların “başına bir şey gelir” düşüncesiyle “gece kahramanlarının” sabaha değin tuttuğu nöbetler.

Örtüleri açılan çocukların üzerini örten şefkat melekleri…

Tekirova, Güzle, Gödene kampları… Yıldızlara yaklaştığımız geceler…

Mehtabın ışığında sahili durmadan döven dalgalarla birlikte çıplak ayakla yürüdüğümüz yakamozlu anlar.

Yaylanın buz gibi suyuna ellerimizi, ayaklarımızı değdirdiğimiz yazlar…

Soğuk sulara karışıp giden duygularımızın sıcak gözyaşları…

O ilçe senin, bu ilçe benim diyerek koşuşturmalar…

Toroslar’ın tepelerindeki köylere ulaşmak için tırmandığımız tozlu yollar…

Su kaynatan 448 ve 914 plakalı sarı ve turuncu renkleriyle meşhur Reno marka arabalar.

Benzin ve insan kıtlığının yaşandığı yıllar….

Virajı alamayarak araba uçuruma yuvarlanırken “Gidduk Osman” diyen Nazım Amcalar.

Kocası Çanakkale’de kaldıktan sonra hiç evlenmeyen iffet timsali İkbal Teyzeler…

Depoda benzin bitti bitiyor derken, devrilen bir tankerden sızan benzinle doldurulan depolar…

Şehir merkezinden Bahçe Arası’na saatlerce yıldızlar altında yürüdüğümüz gece yolculukları.

Fabrika fabrika dolaşarak talebelere un talep ettiğimiz yıllar…

Akdeniz’in “Önden giden atlıları…” Sonlarını düşünmeden koşanlar…

Şimdi yeleleri ağarmış, hareketleri yavaşlamış ama heyecanlarından hiçbir şey kaybetmemişler. Bize durmak yaraşmaz deyip dinlenirken bile yürüyenler, yürürken koşanlar…

Bağırlarının en mutena yerinde barındırdıkları, kutsal bir emanet gibi sakladıkları anılarını savurdular güneyin alevli yüreği Antalya’nın sıcak sokaklarına…

Duygulu anlar yaşandı…

Pek çoklarını görmeyeli neredeyse çeyrek asır olmuştu.

Yıllar önce kucak açtıkları talebelerle kucaklaşma sahneleri, kuzularla analarının buluşma anını andırıyordu.

Şimdi imtihan etme sırası onlardaydı.

“Hocam beni tanıdın mı?”

Hemen tamamını tanıdığımı söylemeliyim.

Hemen hepsi çocukluk yıllarındaki yüzlerinin o masum çizgilerini hiç kaybetmemişler.

Bir medeniyetti “Rasanetli” günler.

O yıllarda köylerine kadar giderek tek tek devşirdiğimiz talebeler…

Elektrik düğmesine ilk defa dokunanlardan, televizyonu ilk defa görenlere kadar hepsi oradaydı.

Yurdumuzun önü bir gül bahçesiydi.

Çevre evlerden komşular bu gülleri seyrederlerdi. “Çocukların gürültüleri sizi rahatsız ediyor mu?” dediğimizde, “Biz o cıvıltıları duymadığımız zaman rahatsız oluyoruz.” derlerdi.

Bir de Ali Şeker’imiz vardı. “Aramızdan ayrılanlar” listesinin en başına koymuşlar.

Motosikletinin üzerinde, sokaklarda durmadan koşan bu küheylan koşarken çatlamıştı.

Yolları utandıran bir koşması vardı. Öğrencilerin bursları için kapı kapı dolaşırdı.

Yollar kesti yolunu.

Bir mehtaplı gecede geçit vermedi yollar.

1980’in bir Ağustos gecesi ayrıldı aramızdan.

Yaylada bir yaz gecesiydi.

Gökyüzünün güzelliği, yıldızların göz kırpışı ruhumuzu ısıtıyor, imanımıza kuvvet veriyordu.

Gündüz akşama kadar Barla da idik.

Bir ara Sıddık Süleyman’ın tadımlık meyve bahçesine gittik.

Bir dikenli patika yoldan “Cennet Bahçesi” diye anılan meyveliğe doğru yürürken Ali Şeker Bey’in dikenler dokunuyor çıplak ayaklarına.

Ayağında terlikler vardı.

“Neden ayakkabılarını giymedin, bak dikenler dokunuyor ayaklarına” dedim.

“Cennetin etrafı da dikenlerle dolu değil mi?” diye cevap verdi.

Güneşin son ölgün ışıkları Eğridir Gölü’nün lacivert sularını okşarken Barla’ya veda ettik.

Korkuteli’nde araba değiştirdik

Elmalı’ya doğru üstü açık bir arabayla yola çıktık. Toplam altı kişiydik.

Arabayı, Ali Şeker Bey’in bacanağı Abdullah Coşanay Bey kullanıyordu.

Hatıp Ramazan Amca da yanına oturmuştu. Ön tarafta bir kişilik daha yer vardı. Ali Şeker Bey çok kibar, çok edepli bir insandı.

Israrla benim binmemi istedi. Ben “Sen rahatsızsın; yaylanın rüzgârı arabanın da süratiyle sana dokunur” diyerekten, zorla da olsa, arabanın önüne oturması için onu ikna ettim.

Üç kişi önde, biz de üç arkadaş arkadayız. Gecenin rüzgârı saçlarımızı savururken yıldızlarla hasbıhal ediyorduk.

Vakit Ramazandı.

Elmalı’ya sahura yetişecektik.

Yaklaşık yarım saat sonra arabamız yeni dökülmüş çakıllardan kayarak savruldu.

Araba ilk hamlede huysuz bir at gibi önce kasada oturan bizleri savurdu.

Sadık Bey isminde bir kardeşimizin kafası sert toprak zemine çok kötü vurmuştu.

Kafası, gün vurmuş bir ergin kavun gibi yumuşacık olmuştu. Saçlarının arasından kan boynuna doğru sızıyordu.

Ayıldığımda benim de ondan farkım yoktu. Ali Şeker Bey ve arabayı kullanan bacanağı Abdullah Coşanay Bey yerde yatıyorlardı.

Motosikletiyle Antalya’nın sokaklarında, arabasıyla Elmalı’nın caddelerinde durmaksızın koşturan küheylanlar gözümüzün önünde yatıyorlardı.

Ali Şeker Bey gözümüzün önünde öldü.

“Cennetin yolları dikenlidir derken bu kadar yakın olduğunu söylememiştin, ben şimdi eşine çocuklarına ne diyeceğim?” dedim.

Kendimi çok kötü hissediyordum.

Abdullah Coşanay Bey ise komadan hiç çıkamadı ve bir hafta sonra vefat etti.

Geride her ikisinin de hanımları çocuklarıyla kalakalmışlardı.

Çocuklarına, babalarının yokluğunu hissettirmemek için her türlü fedakârlığa katlanan bu kahraman bacılarımıza hâlâ gıpta ile bakarım.

Evlatlarını büyüttüler, okuttular, evlendirdiler. Hem anne hem de baba oldular.

Ali Şeker Bey’in meşakkatli görevini Yavuz Eryılmaz Bey üstlenmişti. Ekranda onun da ismi aramızdan ayrılanlar arasındaydı. Hepsine rahmetler diledik.

Program bitmişti… Duygular yüreğimde, terler anlımda birikmişti. Birden bir delikanlı belirdi önümde. Elinde “Önden Giden Atlılar” adlı kitap.

“Ben Talha” dedi, “Talha Şeker.”

Başımı kaldırdım. Gözlerinin içine baktım.

“Sen Ali Şeker”in oğlusun” dedim. Tıpkı babası gibi gülümsedi.

Elindeki kitabı uzattı.

Kapağını açarak “Koşarken Çatlayan Küheylanın Oğlu Talha Şeker’e” diye yazdım.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.