HARUN TOKAK

Sevgiden bir yuva

Soğuk bir Ekim günüydü.

Üşüyordu…

Bu sonbahar bir başka üşüyordu.

Balkondan bakarken; rüzgârın, son kalan yaprakları da dallarından kopardığını gördü.

Gülşen Hanım’ın soğuklarla birlikte romatizmaları da azmış ağrıların ağında kıvranıyordu. Ağrılar amansızca üzerine abandığı anlarda iki büklüm olur, buram buram terler, biraz sonra da üşür ve titrerdi.

Soğuk ve uzun kış geceleri, ağrılarla sabahlardı.

Çocuklarına;

“Vakti zamanında soğuk sulara çok girmişim. Rahmetli anam hasta olduğu zamanlarda çamaşırı ben yıkardım. Köylerde çamaşırlar, meydanlardaki çeşmelerde durulanırdı. Kış günleri el değmezdi buz kesen sulara. O soğuk sulardan kapmışız şifayı” derdi.

Yine de hiçbir şeyi yokmuş gibi ev işlerinde, çarşı-pazar da koşturmaya çalışırdı.

Kızını gelin edeli sekiz yıl olmuştu.

Şimdi de oğlu evleniyordu. Balkondan odaya döndüğünde; evin içinde de sonbahar rüzgârları esiyordu.

Oğlu bir bir eşyalarını topluyor, yeni tuttuğu evine gitmek için sıraya giriyordu eşyalar.

Gömlekler, pantolonlar, ceketler kılıflarına; kitaplar, kasetler bir bir kolilere giriyor ve yeni evlerinin yolunu tutuyordu.

Her bir eşya taşınırken; Gülşen Hanım’ında yüreği taşıyor, içindeki ayrılık ateşi de gittikçe harlanıyordu.

Akşamları iş çıkışında eve süzülüp gelen, “ana ben geldim” diyen oğlu artık kendi evinin yolunu tutacaktı.

Yıllarca yattığı yatağı boş kalacaktı. Diğer oğlu da yurt dışındaydı.

Yapraklar bir bir daldan kopuyordu.

Bunları düşündükçe içi daralıyor, bu sonbahar bir başka üşüyordu.

Oğlu;

“Anacığım! küçük bir ev istiyoruz” dediğinde; aklına yine dar evlerden çektiği sıkıntılar geldi.

Baba evinde ve evliliğin ilk yıllarında çektiği sıkıntılar aklına her geldikçe derinden bir ah çeker ve uzun uzun o günleri anlatırdı;

“Daha küçüktüm…

Bir bayram öncesi teyzenizle birlikte ille de elbise isteriz diye, tutturmuştuk.

Babama söyleyemiyorduk. Durmadan rahmetli anamı sıkıştırıyorduk.

“İlle de bayramlık elbise…”

Babam “ikinize birden alamam, birinize alınca da diğeriniz darılır” diyerek yine bir başka bayrama ertelerdi elbise hayalimizi.

Bilmiyorum kaç bayram geçti böylece.

Yemek pişirmek için tencereyi bile komşulardan getirdiğimi bilirim. Yıllar hep böyle yoksulluk içinde geçti.

Gelin geldiğim ev üç odalı toprak bir evdi. Odanın birisinde, babaannenizle rahmetli büyükbabanız, diğerinde de; yine aynı gün evlendiğimiz eltim kalıyordu.

Baba ocağında yaşadığım yokluklar, babanızın evinde de devam ediyordu.

Evlendiğimizde babanız öğrenciydi. İzmir’e gidinceye kadar o köyde kalmıştım. Bir gün babanız;

‘İzmir’den ev tutum, taşınıyoruz’ dedi.

Kırık derik eşyalarımızı, kışlık yakacak odunumuzu bir kamyona yükleyip ayrıldık köyden. Yine de o yoksul köyden ayrılmak kolay olmadı. Çocukluğumun geçtiği o köyü her şeye rağmen çok seviyordum.

Bir kalem parası için günlerce babama yalvardığım okul günlerim o köyde geçmişti.

Gele-gide eşiğini aşındırdığım, ilkokulu o köyde okumuştum.

O köyün sokaklarında arkadaşlarımla sek sek oynamıştım. Sıcağın bağrında, o köyün tarlalarına gidip gelmiştim.

İzmir’ deki evimiz iç içe iki odalı bir yerdi.

Girişteki oda hem mutfak, hem banyo görevi görüyordu.

En önemli eşyamız piknik tüpüydü. Buzdolabı, çamaşır ve bulaşık makinesi gibi ev eşyalarıyla yıllar sonra tanıştık. Setüstü üç ocaklıyı bile ziyaretimize gelen rahmetli Halit Dedem alıvermişti. Çok iyi bir insandı.

Babanla Ali Amca’nın da okumalarına o vesile olmuş. Nur içinde yatsın. Baban köye gittiğinde onun mezarına uğramadan geçmez.

İzmir’de en yakın komşularımız caminin tabutlarıydı. Geceleri yanlarından geçerken içimiz ürperirdi.

Bir gece eve geldiğimizde evde ışık yanıyordu. Babanızla o gece, ‘eve hırsızlar girmişler ve hala içerdeler’ diye çok korkmuştuk. Sonra korka korka girdiğimiz evde bir de baktık ki babaannenizle, rahmetli büyükbabanız oturup durmaktalar. Yatıracak başka odamız olmadığı için aynı odanın içinde birlikte yattık.” “Dar evlerden çok çektik oğlum eviniz geniş olsun, kapınız herkese açık olsun.”

Gülşen Hanımın, oğlunun dar evde oturmasına razı olmayan gönlü her geçen gün biraz daha daralıyordu.

Düğün günü gelip çatmıştı. Eskiden kız evine hüzün çökse de oğlan evi sevinirdi.

Ya şimdi?

İki yuvadan iki kuş uçup gidiyor, yepyeni bir dala konuyorlar.

Hem de arkalarında bütün hatıralarını bırakarak, yeni hayallerine koşuyorlardı.

Gelini alma vakti gelmişti…

Kız evinde de; sandık, dikiş makinesi, elbiseler, kitaplar, tablolar ayrılık için bir bir sıraya girmişlerdi.

Eşyaların sessiz çığlıkları birbirine karışıyordu.

Derin bir hüzün çökmüştü evin içine.

Gelinin anası daha metin görünüyordu.

Baba kendini zor tutuyordu.

Yüreğinin yangınları yüzündeydi.

Gam doluydu gözleri.

Çeyiz sandığının üzerinde duran Kur’an’ı aldı eline ve;

“Benim size en büyük hediyem budur, bunu hep en üstte tutunuz, geceleriniz gündüz, seherleriniz, Cennet sabahları kadar aydın olsun. Sabah namazı berekettir. Gününüze aydınlık, ferahlık getirir. Seherden nasipsizlik hasarattır, ateştir.”

Ayrılığın hüznü geziniyordu evin içersinde.

Her iş çıkışında, taş döşeli dar sokakları geçerek nasıl da sülün gibi sessizce süzülür gelirdi.

Nasılda mutluluk dolardı evin içine.

Daha dün sokakta arkadaşlarıyla oynayan, elinde çantasıyla her gün okulun yolunu tutan kızları ne çabuk da büyümüştü.

Ne çabuk gelinlik çağına gelmişti.

Ne çabuk veda vakti gelip çatmıştı.

“Babacığım- anneciğim sofra hazır sesleri artık duyulmayacaktı. Babası her gün sabah namazına camiye giderken ‘kızım namaz vakti’ diye odasının kapısına vardığında boş yatağını görecekti.

Geceler boyunca odasında yaptığı tablolar yetim kalacaktı.

Kız kardeşiyle aynı oda da kalıyorlardı. Karşılıklı duran iki kanepenin biri boşalmıştı.

Odanın içi buz gibiydi.

Nice hatıralar, nice sevgiler büyütmüşlerdi bu küçük oda da.

İnce ve zarif gelin beyaz gelinliği giymiş odasına, kanepesine, kardeşine son defa bakıyordu. Beyaz bir çığlık yükseliyordu mütevazı odanın duvarlarından.

İnsanın kızını telli duvaklı gelin etmesi güzel bir duyguydu.

Ama yine de ayrılık çok zordu.

Gözyaşları onun içindi.

Dünyaya geldiğinde; ağlamasıyla güldürmüştü, şimdi gülmesiyle ağlatıyordu.

Zarif gelin bu gözyaşlarını hiç unutmayacaktı. Çünkü o çok iyi biliyordu ki;

“Ak alınlı ak duvaklı geline ananın en kıymetli hediyesi ayrılık gözyaşlarıdır. İnce gelin o saflardan saf, inci danesi gözyaşlarını unutamaz. Onları unuttuğu gün anayı da unutur, atayı da…”

Gelin hanım, dualar eşliğinde ayrılıyordu baba ocağından.

Evdeki bütün mutluluk da sanki yerde sürünen beyaz gelinliğin peşinden gidiyordu.

Güzel gelin, damadın kolundaydı.

Gülşen Hanım; oğluyla gelinin gökten inen melekler gibi merdivenlerden inişini görünce; dünya da bir ana için evlatlarının mürüvvetini görmekten daha mutlu bir şey olmadığını düşündü.

Nikah salonuna gelmişlerdi.

Salon doluydu.

Az sonra gelin ve damat, kumrular gibi süzüldüler salona.

Işıltılar saçıyorlardı.

Ayrı ayrı yuvadan uçan iki kumru bir dala konmuştu.

Yeni bir yuva kurmak için…

Karşılıklı “evet” sesleriyle koca salona bir anda birbirini seven iki insanın mutluluğu yayıldı.

Ve yeni bir yuva kurulmuştu…

Sevgiden bir yuva…

Mutluluklarının ebedi olması dileği ile…

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.