Sen Benim Kardeslerimi Öptün
Son cemrelerin toprağa düştüğü bu günlerde yolumuz, bir zamanlar acı tatlı pek çok hatıralarımızın geçtiği Adapazarı’na düştü.
Yağmur bazen iri damlalarla yağıyor, bazen duruyordu. Sakarya ovasının soğuğu misafir filan tanımıyordu.
Kültür merkezinde geç vakit biten programdan sonra, 17 Ağustos depreminde bir gece yarısı tanıştığımız Ramis Bey; bizim evde herkes sizi bekliyor” dedi.
Koşmaları Sakarya ovasına sığmayan küheylan Ramis Bey’i kırmak olmazdı.
Yol boyunca Marmara depreminin mahşer manzaralarını andıran Sakarya sahneleri geldi gözlerimin önüne.
Aman Allah’ım! Neydi o günler…
Koca şehir yaralı bir insan gibi iniltiler içinde yerde kıvranıyor, beton blokların altından sağ kurtulanların yüzleri, mahşerin dehşetinden kaçan insanlarınkine benziyordu. Her an yeni bir sarsıntı ihtimaliyle çıldırtıcı bekleyişin korku gölgeleri gömülmüştü insanların gamlı gözlerine. Kabaran korku dalgaları yutmuştu koca şehri.
Hiç kimse evine girmeye cesaret edemiyordu. Ayakta kalabilen sağlam evler bile düşman gibi bakıyordu insanlara. Kimsede ölüsünü gömecek kadar bile güç yoktu.
Şehir kadar bitkindi bedenler.
Güneşin gurubuyla birlikte Sakarya Ovası kendini karanlığın koynuna bırakıyor, yıldızlar sabaha değin, aralarından ayrılanlara ağlayanların, yaralıların ve ağustos böceklerinin ağıtlarını dinliyordu.
Şehrin kenar semtleri daha da perişandı. Ulaşılmayan, paylaşılmayan yumak yumak acılar vardı varoşlarda.
Her çadır, kocaman bir göz olmuş gelecek insanları ve yardımları bekliyordu.
Umudun adı yoktu buralarda.
Pek çok çadırın içi su dolu, yere serili sünger yataklar sırılsıklamdı.
Şimdi on üç yıl önce sık sık geçtiğimiz sokaklardan yeniden geçiyorduk. Sakarya o derin sarsıntının onulmaz gibi görünen yaralarını sarmış, serpilmiş, güzelleşmişti.
Dar bir yoldan geçerken Ramis Bey; “buraları hatırladınız mı?” dedi.
“Hatırlayamadım”
“Sizinle ilk defa burada, şu direğin dibinde karşılaşmıştık”
Buradan geçip gitmek olmazdı, arabadan indik.
Her geçen gün, hafızamdan biraz daha silinmesi gereken o geceyi, yılların hiç soldurmadığı tastamam bir fotoğraf gibi hatırladım;
O gece gökyüzü erguvan kesmişti.
Varoşlardaki bir çadırın önüne son kahvaltılık paketimizi de sessizce bırakarak bir okulun bahçesinde oluşturduğumuz yardım merkezimize geri dönüyorduk.
Ağustos’un hüzünlerle dolu gecesi sırtını sabaha dayamıştı. Ambulansımızın ışıkları, sık ağaçlı bir bölgeden geçerken gecenin siyah yüzünde, gözüne ak inmiş âmâ gibi duran iki beyaz çadırı yaladı geçti. Birden farların geceyi delen ışığına, yorgun bir kelebeğin son çırpınışları gibi çadırların önünde hayal-meyal bir genci gördü gözlerim. Karanlıkta bir hayalet gibi gidip geliyordu.
Konvoyumuz durdu.
Gencin çadıra girmesiyle dışarı çıkması bir oldu. Kucağında ağlayan bir çocukla bize doğru koşmaya başladı.
Doktorlar çocuğa müdahale ettiler.
Bir süre sonra çocuğun ağlamaları durmuş, eline tutuşturulan oyuncaklarla oynamaya başlamıştı. Zavallı yavrucak şimdi etrafına gülücükler dağıtıyordu.
Ağlama sırası gence gelmişti.
Gözyaşları, birkaç günden beri traş olamadığı için uzamış olan sakallarının arasından, sık otların arasından akan derecikleri gibi boşanırken;
“Kızım Ayşe ateşler içinde kıvranıyor, annesi içerde ağlıyor, durmadan dua ediyor. Ablam, “Ramis! Bir hafta önce ölen kardeşimiz gibi bu çocukta ölecek” bir şeyler yap” diyor, ben de çaresizlikten çadırın önünde ha bire gidip geliyordum. Yol yok, elektrik yok, vasıta yok… ‘Gecenin bu vakti ne yaparım Allah’ım!’ diye acıyla kıvranıyordum. Hüzne doğan kır çiçeğim Ayşe’m gözlerimizin önünde solup gidiyor bir şey yapamıyordum. Gecenin bu saatinde kim gelir buralara’ derken bir anda ambulansın ışıklarını gördüm:
“Siz kimsiniz? Allah aşkına!”
“İstanbul’dan geldik, yardım dağıtıyoruz.”
“Ya siz?”
” Adım Ramis, vagon fabrikasında çalışıyorum.”
“Cengiz Taştan’ı tanıyor muydun?”
“İyi tanırım, herkesin yardımına koşan, yolda yürürken adımlarını mahşere gidiyor gibi atan, düşünceli, yüzü güven veren bir insandı. Bana “gel yeni bir neslin yetişmesi için birlikte koşturalım” derdi ama ben pek oralı olmazdım. Kırgızistan’a Türk okulları için gider gelirdi. Oradaki okulları anlatırdı bana. Anlattıkları benim pek ilgimi çekmezdi ama güzel şeyler yaptığına inanırdım. Bir keresinde yine oralara gitmişti. Bindiği araba kaza yapmış orada vefat etmişti. Cenazesi geldi.”
Eskiden beri şairler, şiirlerinde sevgilileriyle görüştükleri, buluştukları ve zamanla harabe haline gelen o yerlere bakıp bakıp ağladıklarını dile getirdikleri gibi; biz de hatıralarla dolu bu yerde, kendince sokağı aydınlatmaya çalışan elektrik direğinin dibinde o hüzünlü fakat güzel geceyi yeniden hatırladık, duygulandık.
Ramis Bey’in evine vardığımızda on beş yaşlarında bir kızımızla, bir kadın kapıda karşıladı bizi. Gök mavisi, ferah, temiz, çocuksu, latif gözlü evin genç kızı mahçup ve mütebessim bir eda ile “hoş geldiniz” dedi. Ramis Bey “İşte Ayşe’miz bu” dedi.
Aman Allah’ım! O gece babasının kucağında ateşler içinde yanan incecik dal büyümüş serpilmiş, alımlı, soylu bir servi olmuş.
Huzur dolu bir evdi burası.
Evin erkeklerinin ve kadınlarının yüzlerinden bütün şehre yetecek bir mutluluk yayılıyordu. Sadece sakinlerinin yüzlerinden değil sanki evin duvarlarından da huzur ve mutluluk damlıyordu. Ayşe’nin ailesi o deprem gecesi çadırda karar almışlar, bundan sonraki ömrümüzü sadece kendimiz için değil, başkaları için yaşayacağız.
Ramis Bey; “çok çalışmamız gerekiyor, her eve her sokağa uğrayıp bu güzelliklerden haberdar etmemiz lazım; o deprem gecesi, gözümüzün siyah noktası gibi bizi ışığa kavuşturdu” diyor.
O geceden sonra yaşamak için değil yaşatmak için yollara düştük. Şimdi aile boyu koşturuyoruz. Geçtiğimiz yıl dünyanın dört bir yanından gelen bahar çiçeklerini görmek için Türkçe Olimpiyatlarına gittik. Coşkulu, duygulu bir geceydi.
Hele o esmer, o siyah çocukların söylediği şarkılar, türküler, oynadıkları oyunlar bizi büyüledi.
Gece bitmişti. Herkes dağılıyordu. Ben yanımdaki arkadaşlarıma; “biraz duralım herkes bir çıksın, biz de şu siyah incilerin yanına gidip yanaklarından, gözlerinden doya doya bir öpelim” dedim.
Siyah inciler sahnenin arkasından çıkıncaya kadar bekledik. Az sonra çıktılar. Gözlerinden, yanaklarından doya doya öptük. Birbirimize sarılıp hıçkıra hıçkıra ağladık. Belli ki böyle bir şey beklemiyorlardı. Yüreğimizin onlar için attığını, kalbimizin sıcaklığını hissettiler.
Siyah inciler; ‘Soylu toplum bu işte, dünyada bütün herkes böyle asil duygularla yetiştirilseydi dünya nasıl olurdu acaba? Mutlaka yeryüzü Allah’ın cenneti haline gelirdi’ dediler.
Eve geldiğimde gece yarısını çoktan geçmişti. Yatsı namazını kılıp yattım.
Gece rüyamda “Ramis kalk! Peygamberimiz seni çağırıyor” dediler. Çok heyecanlanmıştım. Etrafımı saran kalabalığa “Ramis’e yol verin Peygamberimiz onu görmek istiyor” dediler. Cennet gibi bir bahçeye götürdüler beni. Peygamberimiz bir bankın üzerinde bir başına oturuyordu.
Yanına vardığımda; “sen bizim kardeşlerimizi yanaklarından öptün, beni de öpebilirsin” dedi.
One thought on “Sen Benim Kardeslerimi Öptün”
ABİ BU GÜZEL YAZILARI BİZLERLE PAYLAŞTIĞINIZ İÇİN ALLAH RAZI OLSUN. KALBİMİZDEKİ KÜLLENMİŞ DUYGULARI YENİDEN CANLANDIRIYOR.