HARUN TOKAK

Sarıkamış: Beyaz ölüm ülkesi…

Kar, uzun hava ağıt gibi…1914 aralığının son günleri…

Sarıkamış, düşman elinde rehin nazlı bir sevgili…

Talebe hocasını azarlar: “Hatalı davrandınız! Basiretli olamadınız! Rus ordusu burada yok edilmeliydi. Şimdi hemen harekete geçip, Rus ordusunu Sarıkamış’ta yok edeceksiniz!”

Cephelerin ve harp okulunun emektar komutanı Hasan Izzet Pasa, küstahlaşan örgencisine pervasızca cevap verir: “Olmaz! Karakış başlamıştır. Bu şartlar altında, bu mevsimde harekât bir faciaya dönüşebilir. Kış şiddetini kaybetsin, yollar açılsın, düşmana haddini bildiririz.”

Her verdiği emrin hemen yerine getirilmesine alışkın 34 yaşındaki Enver Paşa, asabileşir: “Eğer hocam olmasaydınız, sizi idam ettirirdim!”

Trabzon’dan Sarıkamış’a bir ölüm yürüyüşü başlar.

Yer gök beyaz…

Dağlar, dereler, şelaleler, ağaçlar, yollar…

Rüzgar vefasız bir sevgiliyi arar gibi çığlık çığlığa oradan oraya koşmaktadır.

125 bine yakın vatan evladı kış kıyamette paltosuz, postalsız; gömlekle, çarıkla beyaz bir cehennemî tipinin ortasına sürülür.

Bir kısmı Yemen cephesinden yazlık elbiselerle gelmiştir.

Az sayıda askerin kaputu vardır.

Yırtık potinler, delik çarıklar, yenmiş ökçeler, düşmüş topuklar…

Pantolon üzerinden dizlere doğru çekilmiş beyaz yün çoraplarla yine intizam içinde inip kalkan ayaklar…

Erler hiç bir acı, hiç bir ağrı hissetmeden sadece yürüyordu.

Ancak hissizliklik yürüdükçe artıyor, ayağın tümünü sarıyor, bileğe gelince de karların üzerine düşüyorlardı.

Bir süre dinlenip yollarına devam etmek istiyorlardı ama dört ayağı birden kesilmiş küheylan gibi çöküp öylece kalakalıyorlardı.

Koca ordu soğuktan hastalıktan yollarda an be an erimekte, Sarıkamış namahrem eline düşmüş nazlı bir sevgili gibi orada beklemektedir.

Sıradan bir anı olacaktır, karların üzerine düşen askerin, arkadaşına yalvarışı, “Ne olur beni bırakma!” ama kimsenin kimseye yardım edecek takati yoktur.

Bir mehmedin bir başka mehmedi sırtlaması Allahüekber dağları kadar bir yüktür.

Yollar donuklarla doludur.

Ovalar vadiler, dağlar, açık morg gibi…

Bir kemik kadar sert tayınları ısırırken askerin dişleri düşer.

Açlığa karşı bir direnç yolu hayvanların yem torbalarından çalınan arpadır.

Gecenin ayazında kemikleşen çarıklar bir mengene gibi sıkmaktadır ayakları…

Bazı askerler donmamak için atların torbalarını başlarına geçirirler.

Bu defa da ayaklar donar.

Ah bir güneşi görselerdi!

Yollar yollara, dağlar dağlara ulanıyor bir türlü bitmek bilmiyordu bu ölüm yürüyüşü…

Bıkkınlık, bezginlik, hastalık had safhadadır.

Titreyen üşüyen sadece dağlardaki Mehmetçikler değildi.

Analar, babalar, sevgililer, Anadolu, gökte yıldızlar, velhasıl bütün bir kainat

üşüyor, titriyordu.

Kar her şeyi örtüyordu;

kanı, gözyaşını, anıları, cesetleri, ağaçları, yolları.

Bir tek anaların acısını örtemiyordu.

Köylerinin girişlerinde, köşe başlarında, başlarını bastonlarına dayamış evlatlarını düşünen, kınalı kuzularını gözleyen anaların gönüllerindeki acıyı…

Mehmetçik gece gündüz yürüyordu.

Allahüekber dağlarına kadar gelmişlerdi.

Gece istirahat verildi.

Demek ki ertesi gün şafakla birlikte Sarıkamış’taydılar.

Şafakla birlikte Allahüekber dağlarından uçuşan “Allahüekber”sesleri yeri göğü inletecekti.

Nazlı bir sevgili gibi duruyordu Sarıkamış az ilerde.

İnsanın içini ürperten siyah bulutlar vahşi dağların üzerine çökmüştü.

Rüzgar vadilerdeki beyaz sırtlardan aldığı kar tozlarını yamaçlara, tepelere doğru savuruyor, göz gözü görmüyordu.

Yer yer iki insan boyunu bulan karın içinde, yalın ayak, başı kabak, kaputsuz, ceketsiz , istikbalsiz gençler…

Her yanları her eklemleri yorgunluktan soğuktan ağrımaktadır.

Sakallar uzamış, avurtlar açlıktan çökmüştür

Bazıları ağaç altına, bazıları ağaçların dalları üstüne, bazıları da kayaların kuytu kesimlerine sığınmış birbirlerine sokulmuş vaziyette sabahı beklediler.

Subaylar, “uyumayın, uyuyan arkadaşlarınızı uyandırın” diye bağırıp duruyorlardı.

Ama nafile

Titremeleri her geçen dakika artıyordu.

Akşamla birlikte iyice azan ayaz kemiklerine değin işliyordu.

“Rus topçusunun karlı dağları ateşe, zindana çeviren gülleleri de rahat durmuyordu. Karla birlikte uçuşan kolları, bacakları, onlarla beraber gökten yağan kanları; Allahüekber dağları’nın doruklarında fırtınaya, boraya tutulup donan, taş kesilen, donmuş kirpikleri, kaşları, donmuş gözleri ile bakan on binlerce asker…”

Rus topçusunun ateşinden önce beyaz ateş yakıyordu.

Umutlar, her geçen dakika,kar kristalleri gibi üşüyen yüreklerinde eriyordu.

Ilık ve tatlı bir uykuya dalar gibi üçerli beşerli bir beyaz ölümün koynuna dalıyordu, Mehmetçikler.

Rüzgâr deli gibi esiyor, dağlar hazin türkülerini, ay ışığında yıkanarak ölüm uykusuna uzanıveren kınalı kuzulara dinletiyordu.

Sabah olduğunda yuvasız kuşlar gibi dalların üzerine tünemiş askerleri uyandırmak için ağaçları silkelediklerinde kuş yavruları gibi sapır sapır yere düştüler.

Hepsi donmuştu.

Acı gerçek ortaya çıkıyordu.

Tam 90.000 Şehit.

Doksan bin kınalı kuzu, bir daha köylerine dönemediler.

Bir daha; “Ana ben geldim” diyemediler.

Binlerce beyaz ölüm meleği, yanlarına aldıkları şehitlerle, hazansız bir bahar ülkesine sürüyorlardı, beyaz atlarını.

Ölmek, köyünden, kasabasından, anasından, babasından çocuklarından çok uzak diyarlarda ölmek !

Bir haber veremeden, bir satır mektup yazamadan, sevdikleriyle helalleşemeden, “Babacığım! yüzünü bile görmek nasib olmayan oğlum, önce Allah’a sonra sana emanet “diyemeden, ölmek…

O yıl dağlarda kurtlar insan etine doydu.

Gece, yerini sabah ışıklarına terk ettiği zaman Rus Kurmay Başkanı Pietroviç şaşkınlık içinde önce ateş emri vermiş, sonra eline almıştır dürbününü;

“İlk sırada diz çökmüş beş kahraman…

Omuz çukurlarında yuvalanmış mavzerleri ile nişan almışlar.

Tetiğe asılmak üzereler.

Asılamamışlar.

Kaput yakaları Allah’ın rahmetini o civan delikanlıların vücuduna akıtmak istercesine semaya dikilmiş kaskatı.

Hele bıyıkları, hele bıyık ve sakalları…

Her biri birer fetih oku misali dimdik.

Ve gözleri…

İkinci sırada bir manzara ki hiçbir heykeltıraş eşini yapmaya muvaffak olamamış.

Başları korkutucu katılıkta semaya dönük, bilekleri üzerinde kümelenen kara rağmen güçlerini dile getiren, sağrılarındaki fişek sandıklarını debelenip yere atmaya tenezzül etmemiş iki katırın başındaki altı esatir güzeli Mehmet… Sandıkları bir avuçlamışlar ki kâinatı biz o hırsla avuçlayıvermişizdir.

Öylesine kaskatı kesilmişler.

Ve sağ başta Binbaşı Mustafa Nihat… Ayakta.

Yarabbi, bu bir ayakta duruştur ki düşmanı da kindarı da melunu da Allah’a sığındıkları çaresizlik içinde yere çökertiş velvelesi halinde…

Belinde fişekliklerinin o kurban olunası çıkıntılarını örtüp yok etmeye gece düşen tipi bile razı olmamış. Boynundaki dürbünü sol eli ile kavramış, havada kalmış, kale sancağı gibi.

Diğer eli, belli ki semaya kalkıp rahmet dilerken öylesine donmuş. Hayrettir başı açık. Gür, kara saçları beyaza bulanmış…”

“Allahuekber dağları’ndaki son Türk müfrezesini teslim alamadım. Bizden çok evvel Allah’larına teslim olmuşlardı.”(24.12.1914)

Bu gün, sevdiklerimizle sıcak evlerimizde oturuşumuzu kendilerine borçlu olduğumuz Beyaz ölüm ülkesinin kar çiçeklerine Fatihalar uçurma vaktidir.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.