Kime Emanet Ederim?
Güneş dağların ardına sarkıyordu .
Günün son kızıl ışıklarında yıkanan dağın yamacına yaslanmış bir köy; akşama kadar bağda bahçede çalışmışta yorulmuş bir adam gibi öylece dinleniyordu.
Girişte, yan yana duran iki mezar acılardan yontulmuş bir anıt gibi yükseliyordu.
Bu köy Ahmet Öğretmen’in köyüydü.
Kara toprak erken bağrına basmıştır, Ahmet’in babasını.
Zavallı anasının omuzları, kocasının vefatından sonra hayatın ağır yükü altında çabuk çökmüştür.
Büyük oğlu Mustafa’nın askerliği, Ahmet’in tahsili derken ayrılıklar iyice belini bükmüştür, zavallı kadının.
Gelini, bırak en küçük bir saygı göstermeyi, sık sık hakaret ettiği gibi, de bir de, kocası Mustafa’dan gizleyerek arada bir çaresiz kadına vurmaktadır.
Çileli kadın, kocasının duvarda asılı resmine bakarak " ne olur al artık al beni yanına, ! " deyip sessiz sesiz ağlamakta, oğlu Mustafa’ya yakalanınca da; "ana yüreği işte Ahmet’imin ayrılığına dayanamıyorum," diyerek geçiştirmektedir.
Anası yolunu bekleyip dursa da Ahmet bir başka sevdaya gönlünü kaptırmıştır.
Bir önceki yıl mezun olan ağabeylerinden bazıları OrtaAsya’da açılan okullara gitmiş; döndüklerinde, oralarda neredeyse bütün merhamet pınarların kuruduğunu, uzun süren kışın herşeyi kasıp kavurduğunu, yüreği sevgi dolu öğretmenlere ihtiyaç olduğunu… anlattıklarında; Ahmet, kendini oralara gitmeye layık görmese de "hayır" diyemez.
Yüreği buradaki sorumluluklarla hayalleri arasında gider gelir bir süre.
Sonunda "her şeye rağmen" diyerek verir, kararını.
Köyüne dönüp, anasından helallık isteyip gidecektir.
Ahmet köye vardığında, Anası, daha merdivenleri çıkarken; "Ahmet’imin kokusu geliyor" der, yanındakilere.
Yanılmamıştır.
Öper yanaklarından, koklar yavrusunu.
"Geldin değil mi Ahmet’im? Bir daha ananı yalnız bırakmak yok değil mi oğlum? Artık ananın ne yüreği kaldı ayrılıklara dayanacak, ne de dizlerinin dermanı…"
Ahmet, anasının bu sözlerinden zamanla yaşadığı hayatın sır gibi sakladığı yönünü de fark eder .
Yurtdışına gitmekten vazgeçmek bir an ona daha büyük bir fedakârlıkmış gibi gelir.
Kalmak zorundadır.
Anasına; "Bundan sonra hep yanında olacağım" derken, sesi, üzerine yığılmış yükü taşıyamayan karlı bir dal gibi titrer.
Ata topraklarına gitme hayalleri anasının sözleriyle ve yüzleşmek zorunda kaldığı hayatın gerçekleriyle bir an için silinir, gider.
Halbuki herkes yollardadır.
Kutlu bir göç vardır.
Anadolu ile Atayurt kuçaklaşıyor, mutluluktan tarih ağlıyor, toprak ağlıyor, gök ağlıyordur.
" Ne olur gidiniz! Hamza(r.a) aşkına, Muhammed (s.a.v ) aşkına, Allah (c.c) aşkına gidiniz, oralarda sizi bekleyen gözler var, suya hasret yürekler var, maddi manevi hiç bir şey beklemeden gidiniz."
Asırlık dertlerle yüreği yaralı olan Gülen Hocaefendi’ye ait bu sözler sanki zihnine kazınmış, ruhuna işlemiştir.
Yüreğindeki yangınlar yer değiştirir durur, Ahmet’in
O gece erkenden yatar. Karşı metruk evin çatısında öten baykuş, içine ürperti salmaktadır.
Bir zamanlar nice sevgilere mutluluklara sahne olan ev…
Şimdi tahta merdivenin bazı basamakları kırılmış, artık hiç bir canlı inip çıkmaz.
"İyi kötü her hayatın akibeti bu değil midir ?" diye düşünerek dalar uykuya.
Sabah uyandığında ilk işi pencereyi aralamak olur.
Köy kokusunu çeker, ciğerlerine. Ne kadar da hasret kalmıştır, köyün sabah kokularına.
Mutfaktan kaynamış taze süt kokusu gelmektedir.
Anasının yanına geldiğinde, söze neresinden başlayacağını düşünür. Aslında geceyi öyle bir âlemde geçirmiştir ki, konuşmak için sözlere ihtiyacı olması şaşırtmaktadır şimdi onu.
Sanki dünya rengini değiştirmiş, zaman ve mekan birer perde, oyun ve oyalanma olduklarını zaten kendileri haykırıp durmaktadırlar.
Ama ne tuhaf! Hayır ,ona öyle gelmektedir , hala, O’nu gördükten sonra bile sözlere ihtiyaç vardır.
Ama o çoktan kararını vermiştir, gidecektir.
"Anacığım! Biliyor musun ben buraya gelirken seninle helalleşmeye, sizlerle vedalaşmaya gelmiştim. Orta Asya’ya öğretmen olarak gidecek, Önden Giden Atlılar’ın arasına karışacaktım. Senin durumunu görünce vazgeçtim. Fakat…"
"Eee… oğlum!"derken zavallı kadının yüreği ağzına gelir.
"Anacığım! Gece, Peygamberimiz (s.a.v) evimize geldi. Başında siyah bir sarık vardı. Yüzü bir dolunaydı.
Üzgündü. Gözlerimin içine baktığında fark ettim, gözleri çok güzeldi.
Gözlerime değil de ruhumun derinliklerine bakıyordu sanki.
‘Söz verdiğin yerde seni bekliyenler var?’ dedi.
Çok utandım.
Ama efendim! Annem? Onu kime emanet ederim."
‘Bize emanet et…’
Son sözü söylerken gözlerinden yaşlar dökülüvermişti Ahmet’in ama annesini ilk defa bu kadar metin görüyordu.
" Git Ahmedim, git! Bunca yıl dayandım bundan sonra da dayanırım. Madem Efendimiz (s.a.v) ‘anan bize emanet’ demiş, bundan daha büyük müjde olur mu? Artık benim kimseye ihtiyacım yok. Bize düşen gayri seni gönül rahatlığıyla yolculamaktır."
Ahmet çocuklar gibi sevinir.
Bir kaç gün daha kalır köyde. Sadece konu komşu, akrabalarla değil de, bütün bir köyde ne var ne yoksa herşeyle vedalaşır.
Köyün yıkık duvarları bile İstanbul surları kadar gizemli görünür gözlerine.
Veda vakti geldiğinde, akraba konu komşu toplanır.
Yanaklarından süzülen yaşları beyaz yaşmağının ucuyla silip duran anasından ayrılmak hiç de kolay olmaz, Ahmet için.
Sanki anasını son görüşü gibi bir his kaplar, içini.
Sarılır anasına.
Bir daha hiç duymayacakmış gibi içine iyice doldurur, anasının kokusunu.
Gurbette çok lazım olacaktır.
Anasının;"Ahmedim giderken babanın yol kenarındaki mezarına bir uğrarıver. ‘Baba ben öğretmen oldum, Ata yurdumuza gidiyorum’ deyiver. Rüyanı da anlat. " sözleri, kendini zor zapteden Ahmet’e indirilmiş öldürücü bir darbe gibi gelir.
İyice bırakır kendini.
Göz yaşı sağanağında ayrılır, köyünden.
***
Yorucu bir yolculuğun ardından Ata toprağı Orta Asya’ya ulaşır.
Anadolu’nun nefeslerini bırakır, Özgür bozkırlara.
Çok sevdiği öğrencileri ile birliktedir.
Geleli üç ay olur veya olmaz.
Bir gün öğrencilerinin arasındayken "Türkiye’den telefon var" derler.
Koşar.
Arayan ağabeyi, Mustafa’dır.
Babasını zor hatırlayan Ahmet Öğretmen artık anasızdır da.
Yüreği üşür birden.
Gurbet mi soğuktur yoksa anasından gelip duran sıcaklık mı kesilmiştir?
"Ah anacığım! Keşke ölürken bari yanında olabilseydim" diyerek, sarsıla sarsıla ağlar.
Geçen gün yine büyük ruhlu Ahmet’in köyünden geçiyordum.
Akşamla birlikte ayaz da dörtnala koşmaya başladı.
Güneş dağların ardına sarkıyordu.
Köy, akşama kadar bağda bahçede çalışmış da yorulmuş bir adam gibi, dağın yamacına yaslanmış öylece dinleniyordu.
Ve girişte bir çift mezar…
Kendi yalnızlıklarında günün son kızıl ışıklarında yıkanıyordu.
Birden, yaşlı anasını Allah’a emanet ederek Ata topraklarına koşan bir küheylan geçti önümden.
Işığın doğduğu yere doğru koşuyordu.