HARUN TOKAK

‘Onu siz susturdunuz’

Ay ışığının olmadığı zifiri karanlık gecelerde bir ses yükselirdi Gelibolu sırtlarından…

Yanık bir ses…

Tek-tük tüfek atışları durunca, sükûna gömülen gecede

hüzünlerle, ayrılıklarla besili bir ses …

Günün bağrında kızmış çölden daha yanık, uçan kuşlardan, akan sulardan daha özgür…

Dert çekenler oldukça susmayacak olan bir ses…

Anadolu insanı kadar güzel, Anadolu insanı kadar hüzünlü bir türkü…

“Değmen benim gamlı yaslı gönlüme

Ben bir selvi boylu yardan ayrıldım”

Her gece, hüzne bulanmış bir rüzgar gibi vadilere, tepelere yayılır, Boğaz’ın kanlı lacivert sularına karışırdı bu ses…

Akşama kadar savaşmaktan bîtab düşen askerler, gecenin karanlığında “yürek kesilirdi”, bu yanık türkülere…

Düşman askerleri bile yakın siperlere yığılır, yürekten söyleyen bu yiğidi dinlerdi.

Onların da yolunu gözleyen yuvaları, yavruları vardı.

Gecenin karanlığında eriyip giden bu güzel, bu berrak ses kimindi?

Acılarla, korkularla, iniltilerle dolu savaş alanını inleten bu yiğit kimdi?

Bir türkü bu kadar mı içten, bu kadar mı yürekten söylenirdi?

Kan kokan, barut kokan, vadiler, tepeler nasılda içerdi bu sesi?

Mehmetçiğin sadece düşmanla değil, sinek ordularıyla, yoklukla, salgın hastalıklarla, açlıkla savaşmak zorunda kaldığı Gelibolu tepelerinde yankılanan bu ses, ta Anadolu’nun evlerinde; mum ışığında, kandil ışığında cephedeki evlatlarına elbise diken, çorap ören anaların, bacıların yüreğine ulaşırdı.

Bu ses, kazma, kürek gibi en basit malzemeleri bile düşmana gece baskınları düzenleyerek temin eden, kum torbalarından elbise yaparak giyen, yalınayak, yarı aç, yarı tok savaşan askerler arasında buruk bir esinti gibi dolaşırdı.

Bu ses, geceleri siperlerde örtüsüz yatan, sargı bezi bulamadığı için yedeği olmayan gömleğini yırtıp yarasını saran, sadece zeytini üç kere de yeme değil, aynı zamanda bir mermi ile iki düşman öldürme talimatı alan askerler arasında hüzünlü bir meltem gibi gezinirdi.

Öyle gür, öyle içli, öyle dokunaklı bir ses ki, düşman askerleri bile bu sesi dinlemeye doyamazdı.

Köyündeki nergislerin, hanımelilerin, sarmaşık güllerinin, kır çiçeklerinin bayıltan kokuları karışırdı hüzne belenmiş bu sese

Ağır topçu ateşiyle çöken siperlerinin altında kalıp da sağ kurtulabilen Mehmetçikler, kabrinde dirilen ölüler gibi üstleri başları toz toprak içersinde doğrularak bu yanık sesi dinlerdi.

“Çanakkale, sende vurdular beni

Sevgilinin çevresiyle sardılar beni

Ölmeden toprağa koydular beni”

Bu efsunlu sesi, 217 kiloluk top mermisini kemikleri çatırdayarak namluya süren Seyyid Onbaşı da dinlerdi…

Seyyid Onbaşı’yla birlikte “Ocean Zırhlısı”nın batışını seyrettikten sonra gözleri kör olan;

sonra da bir ağacın gövdesine sırtını yaslamış dinlenirken, komutanın;

“Gözlerine ne oldu oğlum?” sorusuna;

“Üzülmeyin komutanım ben göreceğimi gördüm” diyen asker de dinlerdi.

Fransız Bouvet Zırhlısı’nı ağır yaraladıktan sonra kendisi de iki ayağını kaybeden ve sedye ile sargı yerine getirildiğinde, Bouvet batıyor dediklerinde;

“Beni top başına çıkarın” diyerek, Bouvet’in batışını, Boğazın kan kırmızı lacivert sularında göz yumuşunu seyrettikten sonra kendisi de gözlerini bu dünyaya yuman Cideli Mahmut da dinlerdi.

Okullarının son sınıfları mezun vermeyen liseli taze yiğitler de dinlerdi…

“Öleni ölüyor… Üç dakikaya kadar öleceğini bildiği halde, en ufak bir çekinme bile göstermeyen, sarsılmayan; bilenlerin elinde Kur’an, bilmeyenlerin dilinde Kelime-i Şahadet Cennete girmeye hazırlanan” koç yiğitler de dinlerdi.

Hücuma kalkmadan önce siperlerde birbirleri ile helalleşen, sevdiklerinin yemenilerini boyunlarına dolayarak şimşek hızıyla düşman üzerine koşan kahramanlar da dinlerdi…

Sağ kolu omuzu başından, sol ayağı ta kalçadan kopmuş , başı, gözü kanlı sargıdan görünmeyen yaralı yiğitler de dinlerdi.

Ve taze bedenleri, papatyaların, gelinciklerin üstlerine düşen “On Beşliler” de dinlerdi.

Anasının, “vatana kurbandır” diyerek saçlarını kınalayarak Çanakkale’ye uğurladığı Kınalı Murat, Mehmetçiğin susuzluk ateşini söndüreceğim derken düşmana esir düşen Saka Hüseyin de dinlerdi.

Gelibolu bayırındaki mütevazi mezarının başucundaki beyaz mermer taşında;

“Bir kahraman takım ve de Yahya çavuştular

Üç alayla burada gönülden vuruştular

Düşman tümen sanırdı bu şahane erleri

Allah’ı arzu ettiler akşama kavuştular.” diye yazılı, Yahya Çavuş ve arkadaşları da dinlerdi.

Siperler arasında “beni kurtarın” diye bağıran İngiliz yüzbaşısını, yağan mermi sağanağına aldırmaksızın, siperinden fırlayarak kucağına alıp, kendi siperlerine iade eden, yardım isteyen düşmanı bile olsa canı bahasına koşan yiğit Mehmet de dinlerdi.

Kendi yarasına ot basıp, gömleğini yırtarak Fransız askerinin yarasını saran; Fransız komutan niye böyle yaptığını sorunca da;

“Yanıma yuvarlandığında cebinden yaşlı bir kadın fotoğrafı çıkardı ve bakıp bakıp ağladı, anası olduğunu anladım, istedim ki o anasına ben de Rabbime kavuşayım.” diyen, kalbinde düşmanına bile kin barındırmayan, savaşta bile insanlığın ne olduğunu bütün dünyaya gösteren yüreği sevgi dolu Mehmetçik de dinlerdi.

Denizdeki gezginci kalelerinden devamlı salvo ateşleri yapan, top mermilerinin patlamasıyla göklere savrulan gövdelerle yerde garip gölge oyunları oluşturan, Çanakkale’yi cehenneme çeviren düşman askerleri de dinlerdi.

Denizden, karadan ve gökten yağan ateşe rağmen siperlerini asla terk etmeyen yiğitler de dinlerdi.

Kınından çekilmiş kılıcıyla koşarken, denizden gelen bir şarapnel mermisiyle göklere savrulan kahraman komutan ve askerleri de dinlerdi.

Ağustos’un kan kırmızı sıcağında Gelibolu sırtlarında kanlı elbiselerle kılınan Bayram namazında, askerlerimizin tekbir seslerine, düşman saflarından “Allahü Ekber” diyerek cevap veren ve kimlerle savaştığını fark eden, İngiliz sömürgesinin Müslüman askerleri de dinlerdi.

“Bayram gelmiş neyime

Kan damlar yüreğime” diyen yiğit dinlerdi.

“Ben anamdan İsmail doğmuşum” diyen herkes dinlerdi.

Mehmet diyerek batan güneşler, Mehmet diyerek doğan mehtap dinlerdi.

Gelibolu’da sessizce nöbet tutan ağaçlar dinlerdi.

Siperlerimiz bir bir geçilirken, Binbaşı Lütfi Bey’in “Yetiş ya Muhammed kitabın gidiyor!” feryadı karşısında;

“Ben adımı taşıyan yiğitlerimin yardımına gidiyorum” diyen Güllerin Efendisi’yle (s.a.v)birlikte Gelibolu’nun üzerine üşüşmüş melekler dinlerdi.

Düşman askerleri bile yakın siperlere yığılır, yürekten söyleyen bu yiğidi dinlerdi.

Bir akşam yine vakit gelmişti.

Yine o güzel sesi dinleyeceklerdi.

Dost, düşman siperlere yığılmıştı. Az sonra ruhları kavrayan, yürekleri yakan o ses yine yükselecek, dinleyenlere yuvalarının, yavruların özlemini duyuracaktı..

Yine herkesi alıp alıp götürecekti…

Yine gecenin karanlığında beyaz güvercinler gibi kanatlanacaktı kanlı tepelerden…

Vakit gelmişti ama o ses bir türlü duyulmuyordu.

İkinci, üçüncü, dördüncü akşam…

O yanık ses hiç duyulmadı.

Hiç…

O ses neden susmuştu?

Terhis mi olmuştu?

Yuvasına, yavrusuna mı kavuşmuştu?

Düşman askerleri karar verdiler durumu öğrenmeye;

Türkçe bilen bir savaş muhabirine, “o ses niye sustu?” diye yazdırdılar.

Bir taşa sarıp Türk siperlerine fırlattılar.

Bir süre sonra o kağıt, içindeki taşla birlikte geri fırlatıldı…

Okuyan arkadaşlarının yüzü bir anda hüzünden buruştu.

Kağıtta yazılanlar hepsini çok derin hüzünlere boğdu;

“O arkadaşımızı siz susturdunuz. ”

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.