HARUN TOKAK

Bu sana son bakıştı…

Artık yorgundun…

Ayakların seni taşımıyordu.

O ayaklarla gitmediğin, atını sürmediğin yer yok gibiydi…

Anadolu’da ayak basmadığın yer bırakmadığında; atının yönünü Asya’ya çevirdin.

Biliyorsun… O kış, bahar bestesiyle gelmişti.

Aslanlar için Asya’da aksiyon anıydı.

Sarp kapısından geçerek soylu ve sevdalı bir seher vakti “Önden Giden Atlılar”la birlikte koşmuştun Asya’ya.

Bu Ata Yurt’a ilk bakıştı.

İlk durak Batum’du.

“Ben okulumun planını çiziyorum” diyen asrın garibi sizi bekliyordu.

Herkes “Türkler geldi! Türkler geldi!” diye yollara dökülmüştü.

Ne kadar da heyecanlanmıştın onları görünce.

Buradaki Tatar Mescidi yetmiş yıldan beri kapalıydı. Paslı kilidi açıldı ve yanık bir ses yükseldi yorgun minareden.

Asya’da ölen kış, son tipilerini savurmaktaydı.

Işık süvarileri, hüzne doğan kır çiçekleri gibi doğmuşlardı bozkırın karanlığına.

Bir bahar rüzgârı gibi koşuyorlardı Asya’nın şevk dolu şafaklarına.

Sen hep öndeydin.

“Yaşın bir hayli ilerledi, şekerin kalbin tansiyonun var, kendini harab ediyorsun ” diyenlere aldırmıyor;

“Ben asıl koşmazsam mahvolurum” diyordun.

Yolların kavuştuğu yere gelindiğinde sen atını Korkut Ata’nın diyarına sürdün.

“Bu çorak bozkırlar Babil Bahçeleri’ne dönmeli” diyerek koyuldun işe.

Gelişin, bir su şırıltısıydı Taciklerin susuz yüreğine.

İlk okulun açılışına ne kadar da sevinmiştin.

Bozkıra bir yıldız düşmüş, bozkırda bir çiçek açmıştı.

Sadık eşinin ve ardından biricik kızının acıları ruhunu yontsa da sen, sahnede ölmeye sevdalı bir sanatçı gibiydin.

Açtığın okulda görev yapacak öğretmenlerle Tacikistan’a uçtuğunuzda, Düşenbe Hava alanı’nda sizi bir sürpriz bekliyordu.

Başlarında siyah örme şapkalar, ellerinde silahlarla bir çete karşıladı sizi.

Okulların bilgisayarlarını, öğretmenlerin paralarını almak için silahlarını doğrultmuşlardı.

Çete reisinin;

“Yere yatın, ellerinizi başınızın üzerine koyun, kıpırdayanı vururuz” sözleri yırttı gecenin karanlık perdesini.

Sen kolay pes edecek bir adam değildin;

Yaşlı bir aslan gibiydin;

” Beni dinleyin! Karışıklıktan dolayı herkes ülkenizi terk ederken, bu genç öğretmenler hayatlarını hiçe sayarak sizin çocuklarınızı eğitmek için geldiler ama siz onları soymaya çalışıyorsunuz, Allah’tan korkun!” diyerek kükredin.

Gözlerinden süzülen yaşlar beyaz sakallarını yıkıyordu.

Ülkelerinden ilk defa ayrılan tazecik öğretmenler, şimdi Kemal Ağabey’i öldürecekler diye korkudan titrerken, çete reisi silahını arkadaşına uzattı ve yüzündeki siyah bereyi sıyırdı.

Ağlıyordu…

“Benim de anam Türk” diyerek, sarılmıştı boynuna.

Geceler boyu tek başına otururdun, gezinir dururdun koridorlarda.

Öğrencilerin sesini duymak için okulun misafirhanesinde kalırdın. Onlar seni duyuyorlar mıydı bilmiyorum?

Bazı geceler, katıla katıla, başını sağa sola sallayarak gönlünce ağlardın.

Sıladan ve sevgiliden uzak ıssız diyarlarda geçen günler dokunurdu yüreğine.

Bestesiz ve güftesiz bir türkü tutturmuştun bozkır akşamlarında.

Bazen öğretmenlerden sesi güzel birisine “oğlum haydi şu bizim türkümüzü bir söyle de dinleyelim” derdin.

“Haydi gönlüm sen söyle

Haydi söyle rüyalarda gördüğümü

Haydi söyle uykusuz gecelerimi”

Bu türküyü her dinlediğinde ak sakallarına akardı yüreğinin yaşları.

“Bu türkü; yıllar önce kaybettiğim eşimi, aylardır görmediğim hocamı ve dahası Peygamber Efendimizi(sav) hatırlatıyor bana” derdin.

İnsanın acıları böyledir.

Her insan için sadece birkaç türküde yaşar.

Artık, yaşlı bedenin ve yorgun kalbin kötü sinyaller veriyordu.

Şekerden ayak parmakların açılmıştı.

Tacikistan’daki okulun odasında kıvranırken, göğsün, darlıkların ağında inip kalkıyordu.

Dilin bembeyaz olmuş, moraran dudaklarınla;

“Oğlum koş bana doktor çağır ben ölüyorum” diye inlemiştin. On günlük yoğun bakımın ardından, tedavinin Türkiye’de sürmesi gerekiyordu.

Oğulların, kıramayacağın insanları araya koyarak seni ikna etmişlerdi.

Uğurlamak için, öğretmenler, öğrenciler toplanmışlardı.

Onlarla tek tek kucaklaştın ve helalleştin.

Göz yaşları sel olmuştu.

Her sözün her davranışın ebedi bir yolculuğa çıkışını gösterirken, gözlerinde bir bahar çağlamaktaydı.

Bu onların sana son bakışlarıydı.

Asya’da ayak basmadığın yer kalmamıştı.

Hazar’ın, Amuderya’nın, Mavera’ün-nehir’in kıyılarında senin ayak izlerin vardı.

Altaylarda,Tanrı Dağları’nda yankılanıyordu sesin .Asya’da gün dönmüş, artık mevsim tomurcuk çağındaydı.

Artık yiğitler hep yollardaydı ve geceleri yıldızlarla söyleşiyorlardı yarınları.

Daha geçen hafta gittiğim, Kırgızistan’ın Çin’e komşu hudut boylarında, geçit vermeyen karlı-dumanlı dağlarda senin sesini duydum.

Tanrı Dağları arasında karlara gömülü Narin Kasabası’nda senin ayak izlerin vardı.

Okulun açılışına ilk imzayı sen koymuş, ebedi beyaz Tanrı Dağları’nın beyazlığına nazlı bayrağımızı sen dikmişsin.

Karın beyaz soğuğu içimizi üşüttüğünde, diktiğin bayrağın kızıllığında ısındık ve Türk-Kırgız öğretmenlerle senin izlerini sürdük.

Bir de aralarında Nijaryalı siyah Said öğretmen vardı ki, sadece onu görmek için bile o karlı dağlar aşılmağa değerdi.

Aman Allahım! Bir insan bu kadar mı sevimli bu kadar mı tatlı olur. Tek başına Tanrı Dağlarının başındaki karları eritmeye kararlı görünüyordu.

Gülüşünde bin bahar çağlıyordu.

O siyah Said Öğretmeni görmeni çok arzu ederdim .

Hatırlar mısın hani bir gün Tacikistan’da bir öğretmenin dersini dinlemek için bir sınıfa yönelmiştin .

Sınıfın öğretmeni, daha dün Aydın’da elinden tuttuğun bir çocuktu.

Öğretmen olmuş, şimdi Kırgız öğrencilere ders anlatıyordu. Yüreğinin dayanamayacağını düşünerek vazgeçtin sınıfa girmekten ve;

“Allahım! Ben bu çocuğun kısa pantolonla gezdiği günleri hatırlıyorum. Şimdi burada Tacik çocuklara ders anlatıyor. Allah’ım! Sen ne büyüksün” diyerek, bir taşın üstüne oturup, hıçkıra hıçkıra ağlamıştın.

Said Öğretmeni görseydin, başı karlı-dumanlı, Tanrı Dağları’nın üzerine oturur;

“Allahım! Bu çocuklar ne zaman öğretmen oldu. Allah’ım! Bu hiçbir sebzenin ve hiçbir meyvenin yetişmediği yerde dallar nasıl meyveye durdu?” diyerek, karların arasında katıla katıla ağlardın.

Sen, altın saçlı baharı göremeden döndün Asya’dan.

Gerçi gönüller deme gelmiş, gök kapıları gıcırdamış, bozkırda bahar uç vermişti ama…

Kendini biraz iyi hissettiğin bir gün baba ocağın Aydın Belevi’ne gitmiştin.

Acı tatlı bir çok anılarının geçtiği yerdi orası.

Menderesin, Demirel’in, Özal’ın sık sık uğradığı, misafirlerin birinin gelip diğerinin gittiği aile konağı ıssızlığa gömülmüştü.

Bir zamanlar şevkle koştuğun tepelerin ardından ötelerin ağaran şafakları görünüyordu.

Çalışan işçilerle, zeytin ağaçlarıyla, ıssız konakla bir bir vedalaşmıştın.

Ayrılırken göz yaşlarını tutamadın.

Bu çocukluk ve gençlik yıllarının geçtiği yerlere son bakışındı.

Artık “hayat rüyasının billuru çatlamıştı.”

Gözlerinde öteler tüllenmekteydi.

“Artık ne hicranlı akşam, ne ağlayan hazan” kalbinin teline dokunuyordu.

İstanbul’a döndüğünde, yüreğin daha fazla dayanamadı.

Hiçbir köşesinde karanlık olmayan dünyalara dikmiştin gözlerini.

1997 yılı, Mart’ın on üçüydü…

İstanbul’da yeni bir gün gözlerini dünyaya açarken, sen hazansız baharlara açtın gözlerini.

Hastane odasında; ilk gördüğünde “işte aradığımı buldum” dediğin ve bir daha kendisinden hiç ayrılmadığın Fethullah Gülen Hocaefendi örtüyü yüzünden hafifçe sıyırdığında; bir pınar perisi gibi parlıyordun.

Alnından öperek yüzünü örttü ve, “Okul okul diye gitti, yeri doldurulamaz”diyerek ağladı.

Bu sana son bakıştı. Son…

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.