HARUN TOKAK

Onlar bu baharı da göremediler…

Gün geceye dökülürken şehirden gelenler birer ikişer ayrılmaya başladılar.

Köy yavaş yavaş boşaldı.

Ben de, ağabeyim ve vefalı dost Halil Özkan Bey’le babamı ziyaret için köy mezarlığının yolunu tuttum.

Güneşin son kızıl ışıklarında yıkanan servilerin arasından yanık bir Kur’an sesi yükseliyor ve bir kadın kocasının mezarının başında, hazin hazin ağlıyordu.

***

Geçen cumartesi…

Gecenin bir yarısı ağabeyimle birlikte, kırk yılı aşkın bir zaman önce sıkça misafiri olduğumuz Uşak Kabaklar İstasyonu’ndan geçerken hatıralarımız duman duman yükseldi.

Banaz Ovası’ndan dumanı görününce bir yarış başlardı trenle aramızda.

Sırtımızda heybelerle, elimizde yüklerle koşardık bu istasyona doğru.

Ne güzel günlerdi…

Şimdi geçtiğimiz yollardaki tarlaları bekleyen ağaçlar, gecenin karanlığında baharın tatlı esintisiyle cezbeye kapılmış dervişler gibi sağa sola salınıyordu.

Köye doğru giden yolun kıyılarında karanlıkta bir başına akıp duran çeşmeleri geride bırakarak, köyün göründüğü son tepeye gelmiştik.

Önce, daim yanıp duran minarenin ışığı göründü. Sonra köyün sokak lambaları, daha sonra toprak evlerin camlarından sızan ışıklar…

Bu köyde hatıralarımızın ışığı anam vardı.

Köyün girişine vardığımızda hazin bir rüzgâr esiyordu.

Rahmetli babam, dayılarım,yakınlarım gecenin karanlığında serin serviler altında öylece yatıyorlardı.

Bir zamanlar büyülü ve yanık sesiyle okuduğu sabah ezanlarını kurda kuşa dinlettiren Aziz Amca, Kur’an adamı Faik Amca, soğuk kış günlerinde şadırvanın buz gibi sularında abdest alırken söylediği Kelime-i Şahadetleri yoldan geçenlerin dinlediği Hacı Kadir Amca ve daha niceleri…

Gecenin sükûnunda öylece yatıyorlardı.

Misafir olarak bir bir geldikleri bu fani dünyadan, vakitleri dolunca arkalarına bakmadan bir bir gitmişlerdi.

Fakat aralarında biri vardı ki o bir başkaydı.

Kara Mustafa Dayı…

Âmâ bir insandı o.

Engelliler haftası vesilesiyle daha bir hatırladım onu.

Gözleri hiçbir bahar görmeden gitmişti bu dünyadan. Bir ömür boyu karanlık denizler kulaçlamıştı.

Fakat ruhu aydınlık bir insandı.

Kar demez, kış demez mutlaka namazlarını camide kılardı. Kışın en soğuk günlerinde bile her seher vakti yollara düşer, su birikintilerine gire çıka lastik ayakkabılarla camiye giderdi.

Bazı sabahlar evimizin penceresinden bana seslenir. "Harun efendi kalk! Sabah oldu" derdi. Her sabah ezandan önce camiye gelen bu ruhu aydınlık insanı unutmam mümkün değil.

"Sabahın olduğunu nereden anlıyorsunuz,"diye sorduğumda ;

"Horozun üçüncü ötüşü sabah namazı vaktinin girdiğini gösterir" demişti.

Derviş ruhlu bu adam namazın ardından ellerini Yaradan’a kaldırdığında;

"Allah’ım! Bana cennet ve cemalini göster ve beni Cemile’nin ardına bırakma" diye dua ederdi.

Birgün öğle namazı çıkışında biz köy meydanında birkaç kişi ayaküstü sohbet ederken, Kara Mustafa Dayı da öğle sıcağında etrafa yayılan bastonun tıkırtıları arasında evine doğru gidiyordu.

Evinin önüne vardığında birden bir çığlık asılı kaldı havada. Evinin tam önüne geldiğinde oracığa yığılıp kalmıştı. Bir ay sonra da hanımı Cemile yenge vefat etmişti. Duasının biri kabul olmuştu. İnşaallah ikincisi de kabul olur.

Bu gidişimde köyde Hıdırillez şenlikleri vardı. Günün ışımasıyla birlikte sadece köy sakinleri değil, şehirde oturan pek çok insan da bu vesile ile doğup büyüdüğü toprakları bir kere daha görmek, çocuklarına, torunlarına göstermek amacıyla köye akın etmeye başladılar.

Çok geçmeden köy meydanında arabalar ardarda sıralanmaya başladı.

Etkinliklerin yapıldığı köy okulunun bahçesi bu mevsimde muhteşemdi.

Bahar rüzgârları kesik çim kokuları taşıyordu.

Hemen hepsi bir boyda zümrüt yeşili taze çam ağaçlarının bahar güneşinin ışıklarında parlayan iğne yaprakları, etrafa hoş kokular yayıyordu.

Birbiri ardınca yükselen yeşil tepelere doğru koşan bahar, zirve tırmanışını tamamlamış bir yarışçı gibi doruklara oturmuş, yeşil vadilerde, zümrüt yamaçlarda, derin koyaklarda kendini seyrediyordu.

Güneş, Beşik Tepe’den yukarılara doğru yükseldikçe köy ilkokulunun bahçesindeki insan seli de gittikçe kabarıyordu.

Her yaştan kadınlar erkekler, geniş çim sahasının kıyılarına kurulmuş geniş şemsiyelerin altlarına öbek öbek doluşmuşlardı. Çocuklar, bahara bırakılmış kuzular gibi sağa sola koşuşturuyorlardı.

Hayalim kırk yıl öncesinin bayramlarına gitti.

Köy sakinleri o zamanlar da yine bağ bahçe, tarla işlerine bir günlüğüne ara verir yine böyle, okulun bahçesini doldurur, kendi evlatlarının oyunlarını seyreder, şarkılarını, şiirleri dinlerlerdi.

Coşkunca şiir okuduğum o güzel günleri hatırladım.

Doğup büyüdüğüm bu köyün her sokağı, her mahallesi, dağları, dereleri, koyun kuzu meleyişleri, kuş cıvıltıları, çoluk çocuk şamataları, yıllarca bir elimde naylon torbada kitaplarım bir elimde odun, gidip gelip eşiğini aşındırdığım mütevazı mektep, öğretmenlerim hepsi gözlerimin önüne gelip durdular.

Öğle olmuştu.

Babamın inşaatında çalışırken vefat ettiği, ruhaniyet yağmurlarında yıkanan minareden ezan sesi yükselmeye başladı.

Kırk yıl önce diktiğimiz ulu çam ağaçlarının altından geçiyordum ki kendisini tanıyamadığım bir hanımefendi önümü keserek;

"Harun Bey az ilerde babam var, bir selam verir misin?" deyince, o tarafa doğru yöneldim. Çam ağaçlarının serin bahar gölgeleri altında üzerine battaniye ötülü birsi yatıyordu. "Babam Bekir Efendi" demeseydi tanımam mümkün değildi.

Kar-kış demeden en keskin soğuklarda bile sabah namazını hep camide kılan, bir ömür boyu hep karanlıklarda yürüyen Kara Mustafa dayının oğlu Bekir Efendiydi bu. Aman Allah’ım! Yerde boylu boyunca yatıyordu. Diğer kızı da başucuna oturmuş babalarının başında yaralı güvercinler gibi kanat çırpıp duruyorlardı.

"Babama felç indi, ayağa kalkamıyor, kimseyi tanıyamıyor, köyünü son bir defa daha görsün diye getirdik. Çok istedi köyünü, doğduğu toprakları…"

Ben de bırakmışım kendimi.

"Siz talebe iken bizim evimize bazı zamanlar yemeğe gelirdiniz, o zamanlar bizde de yoksulluk vardı, size fazla bir şey ikram edemezdik…"

İki kız kardeşin konuşmaları sık sık boğazlarında düğümleniyor, göz yaşları yanaklarına süzülüyordu.

İkide bir; "Babam seni çok severdi, bazen televizyondan izlerken; "bu bizim Harun" der, ağlardı, deyip duruyorlardı.

Az ilerde herkes coşkuyla gülüyor, eğleniyor, baharın tadını çıkarıyordu. Bekir Efendi ise yerinden kalkamıyor, yürüyemiyor, "bana ne bahardan yazdan" der gibi öylece manasız bakışlarla derin ufuklara bakıyordu.

İkindiye doğru, yıllar önce Kara Mustafa Dayı’nın vefat ettiği virane evin önünde bir araba durdu.

"Kızları, babalarına son kez doğup büyüdükleri evlerini gösteriyorlar" dediler. Bekir Efendi arabadan inemiyor sadece uzaktan bakıyordu evine. Duvarlarında derin yarıklar oluşmuş bu evde ne hatıralar yaşanmış, basamakları yer yer kopmuş merdivenlerden nice gelinler, damatlar inip çıkmıştı.

Bazen düşünüyorum da Allah’ın verdiği sayısız nimetlerin farkında mıyız acaba?

Hiç bahar görmeyenler, hep karanlıkların derinliklerinde yürüyenler, tekerlekli sandalyesine mahkum yaşayanlar, kuşların dallarda cıvıldaştığı şu günlerde bir demet sese, bir yudum söze hasret kimselerin varlığı bize yeteri kadar bir şeyler anlatıyor mu acaba?

Gözlerimizdeki ışığın, kulağımıza dolan sesin, dizlerimizdeki dermanın, yay gibi kıvrılan belimizin farkında mıyız?

***

Gün geceye dökülürken şehirden gelenler birer ikişer ayrılmaya başladılar.

Köy yavaş yavaş boşaldı. Ben de ağabeyim ve değerli kardeşim Halil Özkan Bey kardeşimle babamı ziyaret için köy mezarlığının yolunu tuttum. Güneşin son kızıl ışıklarında yıkanan servilerin arasından hazin bir Kur’an sesi yükseliyor ve bir kadın kocasının mezarının başında, hazin hazin ağlıyordu.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.