HARUN TOKAK

Nesrin bebek

“Ömrünün kaç gününü kendin için yaşadın” dedi küçük kız, annesine.

“İşin asıl lezzeti de bu ya kızım,” derken siyah yüzü acıyla buruştu siyah kadının.

Sancıları gittikçe artıyordu. Biraz sonra belki bir melek dünyaya getirecekti ama kim müdahale edecekti, kim ebelik yapacaktı? Sancılarını kim dindirecekti?

Küçük kulübede, yoksulluğuna gömülmüş, acılar içinde kıvranırken dışarıdan ayak sesleri duyuldu.

İçeriye beyaz yüzlü, beyaz elbiseli bir kadın girdi. “Rüya görüyor olmalıyım” dedi. Etini çimdikledi… Hayır, bu bir rüya değildi…

****

İstanbul’da sıcak bir pazar günü… Sokağın başındaki bakkaldan gazetelerimi aldım.

Altında “Afrika’ya ışık götüren melekler” yazılı fotoğraf gülümsedi gözüme.

Beyaz önlüklü doktorlarımız, gözlerini aydınlığa kavuşturdukları siyah insanlarla beraber mutlu bir fotoğraf karesinin içindeydi.

“Ahmet Bey’in anlattıkları olmalı” diye düşündüm…

****

Bir iki gün önce Karadeniz kıyılarındaydık.

Bir yanımızda uçsuz bucaksız deniz, diğer yanımızda da yemyeşil fındık bahçeleri eşliğinde Trabzon’dan Samsun’a kadar geldik.

Bütün bir sahil boyunca ışıltılı bir hareketlilik hemen göze çarpıyordu.

Dağlar dize gelmiş, dağlar yol vermişti… Biri bitmeden, diğeri başlıyordu tünellerin.

Ama beni asıl heyecanlandıran Samsunlu iş adamı Ahmet Bey’in anlattıklarıydı.

On beş kadar sınır tanımayan doktorumuzun Senegal’e gidişlerini anlatırken Karadeniz gibi hâlâ heyecanı kabarıyordu.

“Afrika’ya ışık götüren melekler” yazısını görünce, “Ahmet Bey’in anlattıkları Yeni Şafak Pazar’da haber olmuş” diye daha bir ilgi duydum.

Yanılmışım…

İHH’nın organizesiyle Nijer’e giden fedakâr göz doktorlarımızmış bahsedilenler. Daha bir sevindim.

Demek ki Afrika’ya sağlık seferberliği ilan edilmişti. Bu iki olayı görüp dinleyince;

“Tanrı beni uzaklara çağırıyor” diyen İngiliz Doktor Livingston geldi aklıma. Tanrı’nın kendisini Afrika’da çalışmak ve Afrikalıların acılarını dindirmek için yarattığına inanan Livingston yoksul bir ailenin çocuğudur.

Bir kabile reisinin çocuğunu iyileştirince kabilenin toptan din değiştirmesi, doktorların Afrika’daki değişimde etkin olabileceğini göstermişti.

1840’larda 27 yaşında gittiği Afrika’dan 33 yıl sonra tabutu çıkarken, Avrupalı binlerce doktor Afrika’da cirit atıyordu.

Bizim Livingston’larımız nerede, diye düşünürken bir iki gün arayla karşılaştığım bu iki olay içimde bir şimşek gibi parladı.

“Siz görürseniz onlar da görecek” kampanyasıyla Benin, Togo ve Gana’dan sonra bu şefkat abidesi doktorlarımız Nijer’e ulaşmışlardı.

On üç milyon nüfuslu Nijer’de sadece on üç göz doktorunun olması her şeyi anlatmaya yetiyordu.

Göz doktorlarımız 165 siyah insanın kara gözlerini ışığa kavuşturmuştu.

Karanlığa gömülü gözlerini ilk açtıklarında önce beyaz önlüklü şefkat meleklerinin gözlerine dokunmuş gözleri. O gözlerden aldıkları aydınlıkla bakmışlar dünyaya.

****

Samsun’daki Sağlık Mensupları Derneği’ne bağlı doktorlarımızın Afrika çıkartması da insanımıza yakışır güzellikte.

Anadolu’daki “ışığı yanan evler”den yetişen bu şefkat melekleri koşuyor bu çaresiz insanların kara gözlerine…

Dr. Nesrin Hanım’la birlikte hepi topu on beş kişilik bir doktorlar grubu…

Önce aylarca ilaç toplanıyor, sonra bu ilaçlar bir bir tasnif ediliyor ve paketleniyor.

Hazırlıklar tamamlanınca çölün sıcağından daha sıcak insanların yüreklerine koşuyorlar.

Dakar’ın dar sokaklarında yüz yüze geliyorlar…

Samimiyetin sıcak nefesini hissediyorlar yanık yüzlerinde.

***

Derme çatma da olsa poliklinikler oluşturuyorlar.

Günde 600 hastaya kadar bakarız, diye düşünüyorlar önceleri. Binlerce insanın çöl sıcağında acılar içinde kuyrukta beklediğini görünce içleri acıyor ve baktıkları hasta sayısının bini aştığı günler oluyor.

Akşama kadar güneşte bekleyen ve kendilerine sıra gelmeyen hastaların evlerine dönerken gözlerinde taşıdıkları çaresizliğin hüznü doktorların yüreklerini yakıyor. Gecenin karanlığına gömerek acılarını güneşin doğuşunu bekliyorlar.

***

Senegalliler, karşılıksız yardım kabul etmek istemiyorlardı. Yoksulluğun derinliklerinden devşirdikleri küçük şeylerle de olsa hediye vermek istiyorlardı.

Biz de millet olarak karşılıksız sevmeyi ve karşılıksız vermeyi seviyorduk.

Bir yaşlı Senegalli kadın, bir çarşafı sarıp sarmalamış getirmişti.

Doktorlara kabul ettirmeye çalışıyordu. İçinde ne olduğunu merak ettiler. Sadece yüreğindeki sevgiyi koyabilmişti içine. O çıkın başka şeyle dolmazdı ki…

Hastadan hastaya koşuyorlardı.

Nesrin Hanım ve arkadaşları kendilerini sanki Türkiye’nin bir bölgesinde hissettiler.

Etraflarında Türkçe konuşan Senegalli kızlı-erkekli öğrenciler onlara yardım ediyordu.

Bunlar Nijer -Türk Yavuz Selim Lisesi’nin öğrencileriydi.

“Önden giden atlılar” çok önceden gelmişler buralara… Onlar öncülerdi… Onlar demişlerdi doktorlara, ” Size ihtiyaç var, buralarda dinmeyen acılar, içine ışık girmeyen gözler var,” diye. Onlar düşürmüştü bu kutlu çöl yolculuğunu şefkat meleklerinin akıllarına, yüreklerine.

Ay yıldızlı bayrağımız dalgalanıyordu okulun gönderinde.

Veda akşamında Senegalli öğrenciler, bütün Senegalliler adına İstiklal Marşımızı okudular doktorlarımıza. Bununla da yetinmediler;

“Türkiyem canım benim, Türkiyem sevdalıyım sana” türküsünü koro ile söylediler;

Anadolu halk oyunlarıyla sundular teşekkürlerini.

Anadolu insanı kadar başkalarının mutluluğunu seven bir başka millet var mıdır, bilmiyorum.

Bu duygu dışarıda ülkemizi bir sevda haline getirmiştir.

Kar gibi beyaz yüreklerine dokundular, siyah insanların.,. İçinde sevgi taşıyan ılık bir rüzgâr gibi estiler ve o gece söz verdiler yüreği sevgi dolu insanlara. Tekrar geleceklerdi, daha kalabalık ve elleri daha dolu olarak.

Bu çaresiz insanların hastalıktan uyuyamadıkları geceler, mutluluktan uyuyamadıkları gecelere dönüştü…

Dr. Nesrin ve arkadaşları rüyada gibiydiler. Buradaki insanları tedavi ederken duydukları heyecan çok farklıydı.

Söz vermişlerdi. Hiç bir karşılık almadan bu hizmeti yapacaklardı. Yol masraflarını bile kendileri karşılamıştı. Son ana kadar hepsi sözünde durmuştu ama Dr Nesrin bunu başaramadı ve ömrünün sonuna kadar her hatırladığında hep mutlu olacağı bir hediye ile döndü Türkiye’ye.

Bir kadının doğum yapmakta olduğunu haber verdiler.

Bir iyilik meleği gibi koştu beyaz önlüğü ile. Eve adımını atar atmaz yoksulluğun soğuk yüzüyle karşılaştı.

İçerde siyah bir kadın doğum sancıları içinde kıvranıyordu. Esmer güzeli yüzünden terler yıldız yıldız dökülürken elleriyle karnını bastırıyordu.

Göklere sığmayan acılar sığmıştı daracık kulübeye.

Az sonra bir kız çocuğunun çığlıkları duyuldu. Bir beyaz türkü gibi yayıldı bu çığlık toprak evin içine.

İlk ışığa gözlerini açan çocuğun başında Dr. Nesrin vardı. Kilometrelerce ötelerden bir “beyaz” gelecek, beyaz elbiseleri içinde yeni doğan çocuğa “merhaba, dünyamıza hoş geldin” diyecekti.

Senegalli Anne, “bu bir rüya olmalı” dedi ama gerçekti.

Dr. Nesrin’in gözlerine baktıkça sevgisi büyüyordu ama bir şey yapamadığı için küçüldüğünü hissediyordu. Bu fedakârlığın altında kalmamalıydı.

Mutlaka bir şeyler yapmalıydı ama ne? Düşündü… Uzun uzun düşündü…Sonunda buldu.

Siyah yüzü ışıldadı…

Bir ömür boyu Dr. Nesrin’i, kendini ve de bebeğini mutlu edecek hediyeyi bulmuştu.

Dr. Nesrin, “mutluluğun resmini” çiziyordu. Bir iyilik meleği gibiydi. Önce bebeği yıkadı, ilk bakımlarını yaptı ve siyah beyaz alacalı bir kundağa sardı. Sonra kucağına aldı, bağrına bastı. Bebek, bir siyah kızıl tomurcuk gibi içine çekti bağrına yaslandığı beyaz kadının kokusunu.

Kundağındaki iki renk gibi iki annesi vardı sevimli siyah bebeğin.

Dr. Nesrin, taze bebek kokusunu içine çekerek, usulca annesinin koynuna bıraktı bebeği. Gözleri, gözlerine dokundu siyah kadının.

“Adını ne koyacaksın?”

Senegalli kadın hiç beklemeden büyük bir mutlulukla cevap verdi:

“Nesrin”

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.