Ölüm treninden bozkıra savrulanların aşkı biter mi?
Kompartımanın kapısının açılmasıyla gözlerin, askerlerin kolundan tutarak içeri ittikleri genç kıza çevrilmesi bir oldu. Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş, hatta şuurunu yarı yarıya kaybetmişti. “Bak bakalım” diye gürledi sağındaki asker, “bunların hangisi baban?” Başını kaldırdı, gözlerini perdeleyen saçlarının arasından taradı içeriyi. Köşede, cam kenarında oturan kirli sakallı ihtiyarla göz göze geldiklerinde ta derinlerden bir “Ah!” yükselip boğazında yankılandı da umutsuzca debelenip kuyunun içinde kaybolan sesler gibi kimse duymadan kayboldu sonra. “Yok” diyebildi kız, “bu kompartımanda da yok babam.” Solundaki asker iki büklüm olmuş kadının yüzüne diziyle vurduktan sonra “Gidelim” dedi yanındakine. Onlar kompartımandan çıkarken çaresiz bir babanın küllerinin havaya savrulduğunu kimseler göremeyecekti.
Bu öyküyü Üsküdar’da, Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan’ın adına Sinan’ın yaptığı caminin avlusunda Zafer öğretmenden dinlemiştim. İri çınarın yaprakları, bir güz alacasını eliyordu üstümüze. Caminin geniş saçaklarına gölgeler abanıyordu. Türkçe öğretmeni olan Zafer Bey’in söyleyeceklerini, tarihin mermer tenine kulaklarını dayayıp dinleyen arkeologlar kadar merak ediyordum.
1995’in serin bir Eylül sabahı, dersine geç kalmış bir talebe gibi hızlı adımlarla okuluna yürüyor Zafer öğretmen. Her daim giydiği koyu lacivert takım elbisesi üzerinde, rüzgâr alnına dökülen siyah saçlarını hafifçe dalgalandırmaktadır. Bugün yeni bir sınıfla tanışacağı için heyecanlıdır.
Sınıfa girdikten sonrasını o anlatıyor, ben not alıyorum:
İlk sevdaları…
“Arkadaşlar” dedi çocuklara, “hem tanışalım, hem de başımızdan geçen ilginç olayları konuşalım.” Talebeler sırayla kendilerini tanıtıyor, ardından da unutamadıkları bir hatırayı anlatıyorlardı. Sıra Aydos’a gelmişti. Usulca kalktı sıradan. Kesik kesik ifadelerle, zar zor duyulabilecek bir ses tonuyla başladı hikâyesini anlatmaya:
– Ahıska Türklerindeniz. Ailem Batum’un güzel ve şirin bir kasabasında yaşıyormuş. İkinci Dünya Savaşı’nın olanca şiddetiyle devam ettiği 1944 yılının soğuk bir Kasım günü. Büyükbabam 20, büyükannem de 18 yaşındalarmış. Evleneli üç ay olmuş olmamış. Birbirlerini ölesiye sevdiklerinden kasabada adları Ferhat ile Şirin’e çıkmış. En taze baharlarını yaşadıkları günler. Büyükbabamın koynunda büyükannemin işlediği mendili, büyükannemin boynunda ise onun kolyesi varmış. İlk sevdalarını, bir kayanın üzerinden Karadeniz’in hırçın dalgalarına cemre gibi bırakmışlar:
-Sen benim ay ışığımsın / Sen de benim gün ışığım.
İşte o Kasım gecesi. Şiddetli rüzgâr kasabayı kasıp kavurmaktadır. Gecenin sessizliğini askerî kamyonların gürültüsü bozmuştur. Karanlığın derinlerinden uzanan farların ışıkları, kasabanın meydanını gündüze çevirmiştir.
Gecenin ikisi… Evlerin kapılarını dipçiklemekte askerler. Korkularından cevap veremeyenlerin kapıları kırılmış, askerler, gecenin ayazı ile birlikte girmişlerdir kırılan kapılardan içeri. Tahmin edeceğiniz gibi sessizliğin koynundaki evlerden figanlar yükselmiş semaya.
Köye son bakış
Herkes 15 dakika içinde kamyonlara binmeliymiş. Almanlar çok yaklaşmışmış, Moskova’nın emriymiş, sınır boylarındaki cümle köyler boşaltılıyormuş, kendi güvenlikleri içinmiş bütün bunlar. Velhasıl bu sinsice planı haklı gösterecek bütün mazeretler sıralanmış. Çocuklar uyandırılmış, genç, ihtiyar, hasta demeden gecenin ayazında bindirilmişler kamyonlara. Düne kadar nice güzelliğin çiçeklendiği köylerine gecenin karanlığında son kez bakmışlar buğulu gözlerle. Kamyonlar gecenin bağrına açtığı yırtıcı hırıltılarla silkelemiş yığınları tren istasyonuna.
Vagonlara balık istifi gibi doldurulan insanları nasıl bir sonun beklediği, kapıları dışardan tahtalarla çaprazlama çivilenirken anlaşılmış. Yanlarına ne yiyecek, ne de doğru dürüst giyecek alabilmişler. Tren uçsuz bucaksız bozkırlarda günlerce yol almış. Kimi açlıktan, kimi korkudan, kimi soğuktan, kimisi de hastalıktan birer birer ölüyormuş insanların. Ölenler umursamazca atılıyormuş trenin penceresinden. Bozkırlar açık mezar olmuş binlerce insana. Her ölünün arkasından boğazlara düğümlenen çığlıklar, ağlamanın bile isyan sayıldığı bu vagonların ortak sesi olmuş.
Acı sirenler çalarken
Yaşlı annesi, büyükbabamın dizinde verir son nefesini. İnsanlar tuvalete bile bırakılmazlar. Nice iffet abidesi kadınların öd torbaları patlar hicabından. Ay ışığı ve gün ışığı, bu yolculuğun sonu olmadığını anlamış ve nöbetçilerin bir anlık dalgınlığını kollayarak el ele tutuşup atlamaya karar vermişler. Büyükbabam atlamış atlamasına ama büyükannemi son anda asker kolundan yakalamış. Tren acı sirenlerini çalarken…
-Haceeeer! çığlığı büyükannemin “gün ışığı”ndan duyduğu son söz olmuş. Bitkin bedenine ardı ardına inen tekmeler, yumruklar geride bıraktığı ve belki de bir daha hiç göremeyeceği “gün ışığı”nın yüreğindeki acısından daha mı çok acıtıyormuş, hiç anlamamış. Kan revan içinde yere yığılıp kalmış. Kaçmaya yeltenenlerin, bu halden ibret almaları için iki asker girmiş kollarına ve sürükleyerek onu başka tanıyan olup olmadığını araştırmaya karar vermişler. İşte az önce anlattığım kompartımandaki olayın evveliyatı bu.
Zafer öğretmenin sözlerine vapur düdükleri ve kırlangıç çığlıkları eşlik ediyor, gölgeler habire uzuyordu. “Sonra?” dedim merakla. Belli ki o anı yeniden yaşamaya hazırlanıyordu:
Sonra dayaktan yarı baygın vaziyetteki kadını bir Rus subayı saçlarından tutup ayağa kaldırmış ve trenin duvarına dayayıp tabancasını çekmiş. Tam parmağını tetiğe götürürken bir anda yüzündeki nefret ifadesi değişmiş, ateş etmekten vazgeçip silahını indirmiş. Yanındaki askere dönüp “Sorun bakalım, elini neden karnına götürdü?” demiş. Tek umudu olan bebeğini koruma içgüdüsüyle dudaklarından dökülen “Hamileyim” sözü hayatını kurtarmış büyükannenin.
Soyadları tutanlar ayrı kalsın
Günler süren yolculuktan sonra insanları, ıssız yerlerde indirmeye başlarlar. Soyadları tutanları, birbirlerini bulamasınlar diye aynı istasyonda indirmezler. Yine istasyonun birinde bir grup inerken, vagon tahtalarının aralığından, annesinin burada indirildiğini görür büyükanne ve kalabalığın arasından ona seslenir: Koşar sesin geldiği vagona doğru ama bir asker dipçiği durdurur onu. Bir diğer istasyonda da babasını fark eder. Yine sesleri yankılanır…
Tren tam 17 gündür durmaksızın yol almaktadır. Taşıdığı bedenlerin ağırlığı bir bir azalırken aslında bir başka yük belini bükmüştür trenin. Asrın acıları ve ayrılıkları, rayları da, vagonları da yormuştur. Nihayet bozkırın tam ortasında durmuş tren. Son kalanlarla beraber büyükanne de indirilmiş. Bırakılmışlar kendi kaderlerine. O da birkaç arkadaşıyla beraber bir Kazak köyüne yerleşmiş.
“Annesini, ölümün sıcak kollarından kurtaran babam işte bu Kazak köyünde doğmuş. Birbirini sevgiyle tutan o iki el koparılalı tam yarım asır olmuş öğretmenim”, cümlesi Aydos’un tükendiği an olmuş, hıçkırıklarını zapt edememiş. Sakinleştikten sonra şöyle devam etmiş sözlerine:
“Biliyor musunuz, babaannem, büyükbabamın hala geleceğine inanır. Evde ona ait boş duran bir sedir vardır. Sofraya boş bir kaşık hep onun için konulur. Kapımızın zili her çaldığında ‘O geldi’ diye koşar ümitle. Birileri kendisine “gün ışığı”nın Türkiye’de olduğunu söylemiş. Bu yüzden Kazakistan’da bir Türk okulunun açıldığını duyunca babama, “Torunumu bu okula kaydettirmezsen sütümü helal etmem” diye tembihlemiş. Ortaokulu Kazakistan’daki Türk okulunda okudum. Büyükannem bana, Türkiye’ye gitmemi, hem okuluma orada devam etmemi, hem de eğer hayatta ise Ferhat’ından bir haber getirmemi vasiyet etmişti.
O dakikaya kadar sınıfta Aydos’un anlattıklarını nefes almadan dinleyen Mehmet adlı öğrenci heyecanla ayağa fırlar. Şaşkındır: “Aydos’un anlattığı Ferhat Bey benim dedemdir öğretmenim. O yaşıyor, bizim evde.”
Aydos derin bir şaşkınlık geçirir. Bir taraftan yanaklarına süzülen yaşları siler, diğer taraftan da Mehmet’e koşar, sarılırlar. Sonu gelmez bir kış günü açan dallar meyveye durmuş, Asya’nın bu taze baharının ilk günlerinde buluşmuştur meyveler. Zafer öğretmenin yüzü, yaz yağmurlarından çıkmış toprak gibidir. Mehmet’le Aydos’un saçlarında gezdirir ellerini ve kararını bildirir: “Artık silin gözyaşlarınızı. Biz sizin acılarınızı dindirmek için buradayız. Vakit kaybetmeden Ferhat amcaya gidiyoruz.”
Ölme ay ışığım geliyorum
Mehmet’in annesi Canan Hanım açar kapıyı. “Ferhat Bey’e bir torun daha getirdim”, diye takılır Zafer öğretmen. Dallar kökleriyle buluşmuştur artık. Öpüşüp koklaştıktan sonra Ferhat Bey en ziyade merak ettiği soruyu sorar torununa: “Hacerim sağ mı?” Torun cevap verir: “Evet ama ben gelirken çok hastaydı.” Hemen ertesi güne uçaktan yer ayırtırlar.
Ferhat Bey sabaha kadar oturur pencerenin önünde. ‘Ya yetişemezsem, ya Hacerimi göremezsem’ diye söylenir durur: ‘Ölme Hacerim! Ölme ay ışığım! Geliyorum.’
Sabah ilk uçakla uçarlar Kazakistan’a. Aydos’un babası karşılar kendilerini. “Bu konaklar kim Aydos oğlum?” diye sorar merakla. Aydos konakların kim olduğunu telefonda söylememiştir. Babasına;
-Ben sana her baba deyişimde için burkulur ve zaman zaman, “Oğlum, biliyor musun ben hiç baba diyemedim” derdin, ben de boynumu bükerdim ya, işte sana babanı getirdim, der. Ferhat Bey’le oğlu Sadık sarılırlar birbirlerine. Tam yarım asır sonra bu kez sımsıcak gözyaşları ıslatır elbiselerini. Ferhat Bey, yol boyunca anlatır oğluna cümle hikayesini.
-Ölüm treninden bozkıra savrulduğumda sen annenin karnındaydın. Kurtulamadı Hacerim askerlerin ellerinden. Seni düşündüğünden atlamadı. Sen ayırdın oğlum bizi, şimdi sen buluşturuyorsun.
Derin bir ‘oh’ çeker ve devam eder:
-Binbir zorlukla Kars sınırından Türkiye’ye girdim. Oradan İstanbul’a geçtim. Gazetelerde ölüm trenindeki bütün yolcuların öldüğü yazıldı. Bizimkine yaşamak denmez oğul, ben hiç yaşamadım ki.
Evin önüne gelmişlerdir. Kapıyı Sadık Bey’in hanımı açar. Sadık Bey kapıdan bağırır: “Babam, babam geldi!” İçerden mecalsiz bir ses inler:
-“Bir ömür boyu beni hep babam geliyor diye aldattın oğul, ben yalan olduğunu bildiğim halde hep koştum, doğrulabilsem yine koşarım Ferhat’ıma ama kalkamıyorum, derken karşısında görür Ferhat Bey’i.
Bu mendilde kokun var
-Hacerim, ay ışığım.
-Cemalim, gün ışığım, geldin demek.
El ele tutuşurlar, tıpkı trenden atlayacakları anda tutuştukları gibi. Ferhat Bey yüreğini yakan ukdeyi sorar ilk olarak:
-Hacerim, neden atlamadın? Neden bıraktın elimi? Neden bitmez tükenmez acılara savurdun beni? Koynundan ismi yazılı işlemeli mendilini çıkarır:
-Senin kokun var diye bir ömür boyu kokladım onu. Sensiz gecelerin gözyaşlarını biriktirdim onda.
-Atlayamadım Ferhat’ım, bebeğimiz geldi aklıma, atlayamadım. O bir saniye yarım asırlık hicran ateşimizin kıvılcımı oldu. Olsun, seni bir kere daha gördüm ya, ölsem de gözlerim açık gitmez gayrı.
Ferhat Bey, “Karadeniz kıyısındaki o kayanın üzerine oturduğumuzda da böyle bakmıştın Hacerim” dedi. Hacer Hanım’ın güzel çakır gözleri parladı bir anda. Solgun yüzü, hafifçe gülümsedi. Dudakları son kez ebedi vuslatın en tatlı nağmeleriyle kımıldadı imana şehadet eden kelimelerle. Derken bir çığlık koptu evde. Önce hâlâ açık duran çakır gözlerini kapattılar. Sonra sıkı sıkıya yumduğu avucunu açtılar ve “Gün ışığı”nın yadigârı olan altın kolyenin elinden düştüğünü gördüler.
Akşam ezanı okunuyordu Üsküdar’da. Zafer öğretmen bir günde bütün mevsimleri yaşamış gibiydi. “Olsun” dedi. “Biz dallarla köklerin buluşmasını seviyoruz. Ak Asya’yı da, Kara Kıta’yı da seviyoruz. Kıtaların buluşmasını seviyoruz. Kaderin bize biçtiği rolü seviyoruz. Derdimizi seviyoruz.”
Ülkelerini bir Leyla gibi gören bu yiğitler, Leyla ile Mecnunları buluşturmaya devam ediyor. Vatan hasretiyle yansalar da, söndürmeye devam ediyorlar asırlık yangınları. Çünkü bu gözüpek talihlileri, hem yer, hem asuman bekledi yıllardır. Her an debisi yükselen coşkun nehirler gibi vuslat okyanuslarına koşuyorlar. Geçtikleri çölleri yeşerten bu adanmış ruhlar, dünyayı yeni bir bahara hazırlıyorlar.
Zafer, sinelerinin steplerinde sabır çiçekleri açan sevgi süvarilerinin değil midir?