Kuğunun son yolculuğu…
Soğuk bir mart gecesi…
Çatalca İstasyonu’nun ölgün ışıkları üşüyor.
Yolcular üşüyor…
Çatalca Ovası’nın ayazında cebri bir yürüyüşle çamurlara bata çıka istasyona getirilen kadın sultanlar üşüyor.
Bütün bir Anadolu üşüyor…
Son Osmanlı Hanedanı, kadınıyla erkeğiyle, kundaktaki çocuğuna kadar istasyonda bekleşiyor…
Çamaşırlarını bile alma fırsatı bulamadan Yıldız Sarayı’ndan yola çıkarılan kadın sultanlar, şehzadeler bir daha belki de hiç göremeyecekleri vatan topraklarına göz pınarlarında ne var ne yoksa boşaltıyorlar.
Hanedan ağlıyor…
Bembeyaz sakalı soğuktan titreyen, son halife ağlıyor …
Yüz yıllar boyunca her dilden, her dinden, her ırktan insanı birlikte huzur içinde yaşatmış olan Devlet-i Aliye’nin son aile fertleri, kendilerini sürgüne götürecek treni bekliyor.
Anadolu’da ışıyan güneş onları ısıtmıyor.
Soğuk bir mart gecesi…
Çatalca İstasyonun ölgün ışıkları üşüyor…
Farlarının ışığı karanlığı delerek gelen tren üşüyor.
Hanedan mensupları, silahlı askerlerin arasında birer ikişer bindiriliyor, trene.
Yolcular, başlarını camlardan uzatarak, Osman Oğulları’nın bu en hüzünlü sahnesini seyrediyorlar.
İstanbul Valisi Haydar Bey, trenin kapısında Son Halife’ye şişkince bir zarf verir. Pasaportlar vardır içinde, bir miktar da para.
Son halifenin vatan topraklarındaki son sözleri:
“Nereye gönderiliyoruz?”
“Nereye isterseniz…”
“Bu teren nereye kadar gidecek?”
“Ona da siz karar vereceksiniz”
Her şey çok açıktır;
“Vatan topraklarını terk edin de nereye isterseniz oraya gidiniz.”
Soğuk bir mart gecesi…
Çatalca İstasyonun ölgün ışıkları üşüyor…
Acı bir ıslık eşliğinde oflaya puflaya dönmeye başlıyor, yorgun trenin tekerlekleri.
Gecenin bağrında siyah dumanlarını savurarak, sürgün diyarlara doğru süzülüyor, tren.
Sarayın kadın sultanları, çocukları, sanki trende değil de buzların üstünde Istranca’nın soğuğuna karşı yürüyormuş gibi, üşüyorlar, titriyorlar.
Yıldız Sarayı’nı hatırlatmamak için olmalı ki gökteki yıldızlar da görünmüyordu.
Trenin penceresinden başını uzatıp geriye bakanlara, karanlıkların derinliğinde Çatalca İstasyonu’nun üşüyen ışıkları hüzünle bakıyordu.
Zaferden zafere koşan orduların uğurlandığı, karşılandığı Yıldız Sarayı’nda geçen güzel günler geride kalmıştır.
Aşklar, şarkılar, sohbetlerle bezeli güzel geceler son bulmuştur.
Tren, gecenin bağrında Balkanlara doğru başını almış gidiyor, giderken;
altı yüz yıl insanlık ufkunu aydınlatan insanları bir meçhule, bir karanlığa doğru alıp götürüyor.
Nereye gidiyorlar? Kimse bilmiyor.
Bilinen bir şey vardı ki o günlerde; Barbarosların, Hızır Reislerin denizlerinde gemiler, Murat Hüdavendigarların, Yıldırımların Balkanlarında trenler, son Osmanlıları sürgünlere götürüyordu.
Akıncıların, Anadolu ile Balkanlar arasında mekik dokuduğu günler geride kalmıştır.
Çatalca’dan kalkan tren, dumanlarını gökyüzüne savurarak, bağrında bahar barındırmayan bir kışa doğru koşmaktadır.
Hanedan erkeklerinin çoğu askerdir.
İçlerinde tabip generaller, amiraller, albaylar vardır. Hanedanın “Osmanları” bu kara sabahın rüyasını da görmüş müydü?
Sefaletin, yokluğun, acıların kucağına doğru alıp götüren bu tren o koca çınarın hangi kökünde saklanmıştı asırlarca.
Kara tren; yalnızlığa, yoksulluğa,
insan yüreğini titretecek bir akıbete doğru:
Şehzadelerin, evine ekmek götürebilmek için taksi şoförlüğü,, kadın sultanların, onu bunun evinde temizlik yapmaya razı olduğu, ufku olmayan gurbetlere doğru akıyor, akıyordu.Sürgün yollarında kimler yoktu ki…
Yad ellerde, “Hiçbir yer, İstanbul’un güzel ve güneşli tepelerine benzemiyor” diyerek ölen, cenazesi, Fransa’da bir caminin avlusunda tam on yıl, vatan toprağına gömülmek için bekledikten sonra, bir yay gibi kıvrılıp Medine’ye ilk halifenin yanına uzanıveren son halife Abdülmecit Efendiler…
Gurbet ellerde yıkayacak hiçbir Müslüman bulunmadığı için hasta ve sakat kızı Neriman Sultan tarafından yıkanıp kefenlenerek, bir Hristiyan mezarlığına gömülen Şehzade Mahmut Şevket Efendiler…
Bastonuna dayanarak her gün işe gidip gelirken, bir gün ameliyatta yanlışlıkla dili kesilen ve dilsiz kalmasına rağmen yine de o haliyle, babasıyla gelen insanların Türkiye’den olduklarını anlayınca;
” Ne olur, beni bu halimle bırakın da babamı vatanına götürün, bu adam yanıp tutuşuyor, eğer bana bir iyilik yapmak istiyorsanız onu vatanına götürün” diye yalvaran Neriman Sultanlar…
Nice’de vefat etmeden önce;
“Bir gün müsait olursa beni vatanıma götürün” dediği için, bir kilisede cesedi tam 30 yıl bekletildikten sonra, kilise görevlileri tarafından bir Hristiyan mezarlığına gömülen Sultan Abdülhamit’in kızı Gazi Osman Paşa’nın gelini Zekiye Sultanlar da vardır…,
Sefaletten intihar edenler, belediye izin vermediği için cesedi Manş Denizi’ne atılanlar da vardır…
Mısır bir Müslüman toprağı olmasına rağmen; Türkiye’de işbaşına gelen her iktidara mektup yazarak, her türlü siyasi haktan mahrum olarak ülkesinde yaşama izni verilmesini talep eden, Boğaziçin’de kendi halinde balıkçılık yapmaya bile razı olduğunu her vesileyle söyleyen, yıllarca hiçbir cevap alamayınca da, Osman Yüksel Serdengeçti’ye ” Hiç değilse bir zarfın içine bir avuç vatan toprağı koyarak gönderin de bari kabrime koyayım” diyerek, gurbet ellerde “ah vatan, ah vatan” diyerek ölen beyefendi Şehzademiz Ömer Efendiler de vardır.
İtalya kralı Emanuel’in;
“Ülkemin muhtelif yerlerinde saraylarım vardır, zat-ı alileri nerede oturmak istiyorlarsa, oturabilirler” demesine rağmen, “İslam’ın Halifesi bunu kabul edemez” diyerek, San Remo’da sefalet içinde ölen, bakkallara olan mutfak borcundan dolayı, tabutunun üzerine; ” bu tabut hacizlidir, borçlar ödenmeden kaldırılamaz” yazısından dolayı damadı Ömer Faruk Efendi tarafından mutfak kapısından kaçırılan Osmanlının son sultanı Vahdettin Hanlar…
Düşünüyorum da; Kanuni Sultan Süleyman, Zigetvar Kalesini fethettikten sonra hayata gözlerini yummuştu da; Sokullu, yaşanacak teessürden disiplin bozulur diyerek, bu güneş padişahının ölümünü askerden saklamıştı. Mesele, Edirne’ye gelindiğinde anlaşılınca, ordudan gümbür gümbür tekbir sesleri yükselmeye başlamıştı.
Son sultanın cenazesi ise San Remo sokaklarında hacizcilerden kaçırılmıştır.
Soğuk bir mart gecesi Çatalca’dan kalkan trende, acı kaderlerine koşan, her gelen günleri bir öncekinden daha beter olan, yad ellerde birer ikişer yitip giden son Osmanlılar vardır.
Cihanın toraklarını milletinin ayakları altına seren insanlardan bir karış toprak esirgenmiş, bunca cefa reva görülmüştür..
Son yolculuklarında, ne onları omuzlarında taşıyan Müslümanlar, ne tekbir sesleri, ne tabutun üzerine örtülü bir bayrak vardır.
***
Soğuk bir mart gecesi…
Yıldız Sarayı’nı hatırlatmamak için, gökte yıldızlar bile saklanmıştır.
Çatalca İstasyonunda ışıklar üşümektedir.
Halıdan başka bir şeye basmayan kadın sultanlar üşümektedir.
Çocuklar üşümektedir.
Trenin farları, gecenin karanlığını delerek gelir, istasyona.
Osmalı’nın son evlatları, birer ikişer binerler, trene.
O gün, üşüyen, o gün trene binen çocukların arasında, geçen hafta tekbirlerle on binlerle Sultan Ahmet Camii’nden uğurladığımız, sarayda doğan son şehzademiz, Osman Ertuğrul Efendi de vardır.
Ertuğrul oğlu Osman’dan, Osman Ertuğrul’a o büyük rüya, bütün insanlığın gözleri önünde gerçekleşen te’vilinin son sayfasını, kaderin bir cilvesi olarak Sultan Ahmet Camii’nde kaparken, uzun süren, fırtınalı bir gurbetten sonra aslî vatanına da kavuştu.
Altı yüz yıl göklerde görülen kuğu, geçen hafta son yolculuğuna çıktı.