HARUN TOKAK

Kanlı postallar

1998 baharında Bosna’dayız.

1. Dünya Savaşının fitilinin ateşlendiği köprüdeyiz. Bir Sırp milliyetçisi, Avusturya-Macaristan veliahdı Arşidük Ferdinand’ı bu köprüde öldürmüştü.

Bu ilk dünya savaşında milyonlarca asker ölmüş, bir o kadarı kaybolmuş veya esir düşmüştü. Köprüden parlayan bir kıvılcımla dünya, yangın yerine dönmüştü.

Henüz hatıraları taze Bosna savaşının da sarmaladığı bu garip duygularla Bosna sokaklarında yürürken, bahçesinden cıvıl cıvıl çocuk seslerinin yükseldiği bir okulun önünde buluyoruz kendimizi.

Biraz sonra Bosna’daki Türk okulundayız. Müdür beyin odasının penceresinden, koşup oynayan çocukları seyrediyoruz. Aman Allah’ım!, diye geçiriyorum içimden, “bu çocukların babaları daha düne kadar acımasızca birbirini boğazlamıyorlar mıydı?”

“Kim bilir kaç tanesi öksüz ve yetimdir? Diye geçerken aklımdan, bir kenarda, banketin üzerine ilişmiş, elini yüzüne dayamış, sevimli bir kız çocuğu ilişiyor gözüme.

Yakında Bosna’ya gideceğiz

Babamla konuştuğumda sesini güçlükle duydum

Fakat onu anladım.

Benim babam,

Düşmanları dağlarımızdan kovacak

mısralarını yazan okulun başarılı öğrencisi Emine olduğunu öğrendim. Bu satırları yazdıktan bir müddet sonra babasının Bosna dağlarında şehit düştüğünü öğreniyoruz. Kimi kimsesi yok mu? diyorum, “Biz varız ya” diyor, Müdür bey. Doğru. İyi ki varlar…

Kalbimin derin vadilerinden kopan bin bir acı rüzgâr alıp savuruyor beni benden. Nice çığlıklar uğulduyor kulaklarımda. Evlerden, vadilerden, dağlardan savaş günlerinde duymadığımız, duyamadığımız çığlıklar yükseliyor… Sanki şehitlerin ruhlarıyla kuşatılmışız dört bir taraftan. Bizi sorguluyorlar daima.

Nerede kaldınız?

Neden gittiniz ve bıraktınız bizi buralarda?

Cevapsız sorular bunaltıyor bizi. Başımızı önümüze eğiyoruz mecburen. Çünkü her köşede aynı sorularla karşılaşıyoruz.

Neyse ki, imdadımıza müdür bey yetişiyor. Odasında oturan iki öğretmene işaret ederek, “Evvela Ali ve Mehmet öğretmenler gelmiş Bosna’ya” diyor, “hem de savaştan önce”. Okulun bilcümle açılış hikâyesini onlardan dinlemeye davet ediyor bizi. Kulak kesiliyoruz:

“Fırtınadan önceki sükûnet günlerinde indik Saraybosna’ya. Burada bir okulla işe başlamayı düşündük” diye başlıyor söze Ali öğretmen ve devam ediyor:

“Daha önce bir vesile ile Cemal bey’e de anlatmıştım başımızdan geçen bazı olayları. Bosnalı kardeşlerimiz gerçekten, bize çok yardımcı oldular. Bize evlerini ve gönüllerini açtılar. Yetkililer okul olabilecek bazı binaları gösterdiler. Maddi destek devşirmek üzere Türkiye’ye döndüğümüzde ise, Bosna’dan savaş haberleri gelmeye başladı. İyi günlerinde yanlarında olduğumuz kardeşlerimizi kötü ve zor günlerinde yalnız bırakamazdık tabii. Ne var ki yollar ya kapalı ya da çok tehlikeliydi. Önce Hırvatistan’a gittik. Orada bir Hırvat mafyası ile anlaştık. Bizi Bosna’ya ulaştıracaklardı. Sözlerinde durmadılar. Tehlikeli ve meşakkatli bir yolculuktan sonra bizi İngman dağının tepesinde kaderimizle baş başa bıraktılar. ‘Anlaşmamız Bosna’ya kadardı’ dedikse de dinletemedik.

Aşağıda Bosna havaalanının fersiz ışıkları belli belirsiz görülüyordu. Eh, en azından nereye doğru yürüyeceğimizi biliyorduk. Bu da bir şeydi.

Sonu belirsiz bir maceranın tam ortasındaydık. Fırtına karı harmanlarken, şehre ‘hakim tepelerden’ gelen silah sesleri yamacımızda yankılanıyordu. Yürüyen kardan adamlar gibiydik. Rüzgarın içimizi ürperten ıslıkları şiddetini gittikçe artırıyor, kalınlaşan kar, yürüyüşümüzü zorlaştırıyordu. Akşamla birlikte umudumuz da tükeniyordu. Karanlık basınca kader arkadaşları olarak Mehmet öğretmenle el ele tutuştuk. Birbirimizden kopmamalıydık. Boşta kalan ellerimizde koca valizlerimizi sürüklüyorduk.

Bir anda nasıl olduysa oldu ve vadiden kopan bir kar fırtınası yere savurdu bizi. Karların üstünde ne kadar yuvarlandığımızı hatırlamıyorum. Birbirimizi kaybetmiştik.

– Mehmeeeeet! Mehmeeeeet! diye bağırıyordum ısrarla. Önce karşı tepeler yankı verdi, sonra derinlerden mecalsiz bir ses gelir gibi oldu kulağıma:

– Aliiiii!

Ses, yamacın üst yanından geliyordu. Oraya doğru yürüdüm. Karlı tepeyi yeniden tırmanıyordum. Sonunda buldum onu. Bizim Mehmet bir kar çukuruna öylesine gömülmüştü ki, sadece başı dışarıdaydı. Bir hayli uğraştıktan sonra çıkarabildim onu. Ama bu defa da valizi kayıptı. Üşümüş iki ürkek ceylan gibi birbirimize sarıldık. Sonra silah seslerinin altında kâh yerlere kapaklanarak, kâh yuvarlanarak indik ölüm tepesinden.

Elimizde beyaz bayrak, bitkin ve mecalsiz bir halde yaklaştık havaalanına. Bizi karşılayan BM yetkilileri son zırhlı aracın az önce şehre gittiğini söyleyince olduğumuz yere çöktüğümüzü hatırlıyorum sadece. Havaalanında kalamazdık. Bin bir tehlikeyi göze alarak, gece karanlığında düştük yine yollara. Başımızın üzerinde vızıldayan kurşunlardan korunmak için dere yataklarından yürüyorduk. Çetniklerin silahları gecenin karanlığında ışıktan kavisler çiziyordu gökyüzünde.

Yine de Bosnalı dostlarımızın bizi karşılarında gördüklerinde, yaşadıkları sevinç her şeye değerdi. Ne var ki, günün ağarmasıyla birlikte biz de savaşın acı yüzünü bütün dehşetiyle görmüş olduk.

O eski güzel günlerden eser kalmamıştı şehirde. İnsanların yüzlerindeki sürur çoktan uçup gitmişti. Sirenler çalıyor, ambulanslar durmadan yaralı taşıyor, evlerden çığlıklar yükseliyordu.

1995 Dayton Anlaşması’na kadar çok acılar yaşadı bu kanlı topraklar. Vakfınızın da yardımıyla bu yarım yamalak anlaşmayı fırsat bilerek, ertelenmiş okul hayalimizi gerçekleştirmek için yetkililerden bir bina istedik. İçinde bulunduğumuz binayı gösterdiler. Etrafı tel örgülerle çevriliydi, duvarları delik deşikti. Mayın döşeli olduğu için temizleninceye kadar bahçesine dahi adım atamadık. Yol tarafındaki kırık pencereden içeriye baktığımızda, sağa sola savrulmuş saçlar, duvarlarda kan izleri ve içi pıhtılaşıp kurumuş kan dolu postallar görünüyordu.”

Sınıflarda kan izleri ve içi kan dolu postallar! Ali öğretmenin bu son sözleri, savaşın dehşetini bir fotoğraf makinesi kadar kudretle getirmişti gözümüzün önüne. Demek ki, dedim kendi kendime, “Boşnak, Hırvat ve Sırp çocuklarının beraberce koşuşup oynadığı şu bahçe, bu sevimli eğitim yuvası, şu kapının önünde çocuklarını bekleyen anneler o dehşetin bataklığı içinden yeni bir dirilişe tanık oluyorlar.” Ali öğretmen sözlerini, ‘İşte Bosna Türk lisesinin hikâyesi’ der gibi ellerini iki yana açarak bitirdi.

Ardından hep beraber bahçeye çıktık. Gözlerimiz Emine’yi arıyor ama nafile. “Bir köşeye çekilmiş, ağlıyordur” diyor Müdür bey. Lakin kanepe boş değil. Omuzları çökmüş, mahalli kıyafeti içinde yaşlı bir Boşnak anası, bastonunu elleriyle birlikte çenesine dayamış, talebeleri seyrediyor. Yanına yaklaşıyoruz. “Nasılsın anacığım” deyip hal hatır soruyoruz. Derinden bir oh çekip “Ah evlatlarım ah!” diyor, “şu çocukları seyrediyorum da. Bu günleri de görecek miydim diye Allah’a şükrediyorum. Burası o zamanlar Sırp Çetniklerin karargâhıydı. Buradan şehre ateş ederlerdi. Sabahlara kadar esir Boşnakların, gencecik kızların işkence çığlıkları duyulurdu buradan. Yaşlı diye bana dokunmazlardı. Ah! Birlikte ne güzel yaşayıp duruyorduk. Kim yaptı bize bunları, kim düşman etti bizi birbirimize anlayamadım.”

Belli ki, okulun bahçesi ona, özlediği kardeşlik ve huzurun havasını teneffüs ettiriyordu.

Bütün bir dünyayı yangın yerine çeviren ilk kıvılcım Bosna’da ki bu köprüde parlamıştı. Şimdi buradan, Dünya’ya barış köprüleri kuruluyor olmanın, mutluluğu içinde ayrılıyoruz Bosna’dan.

Bosna’da eğitim meşalesini tutuşturan bu önden giden atlılar, bir gün bütün dünyayı aydınlatacaklarını düşündüler mi bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa, o da bütün aydınlıkların, şafak sancılarının kıvılcımları ile tutuştuğudur.

Ne mutlu! karanlıkları yok etmeye azmetmiş, gurbet sancısı çeken şafak işçilerine!

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.