İslam’ın sesi Bilal
Hz. Ömer, ömrünün son yıllarında İslam diyarını geziyordu. Yolu Suriye’ye düştüğünde Bilal-i Habeşi ile karşılaşır. Bir zamanlar Medine mescidinin üzerinde günde 5 defa şakıyan bu bülbül suskunlaşmış, beli bükülmüş, ihtiyarlamıştır.
Hz. Ömer, o güzel günleri hatırlar, hıçkıra hıçkıra ağlar. Araya adamlar koyarak bu coşkun Habeşlinin bir kere daha ezan okumasını ister.
Gül günleri geri gelsin ister.
Halk evlerinde huzur ve sükûn içersindedir.
Birden bire Şam’ın yüksek kubbelerinden bir ses duyulur.
Bilal’in sesidir bu.
***
Şahmaranlar zehir saçıyor, kardelenlerse bir türlü açmıyordu. Karanlıklar, insanların üzerine dalga dalga devriliyor, yollarını göremiyorlardı.
Çağların çıldırdığı anlardan birisini yaşıyordu insanlık. Gönüllerdeki bütün şefkat damarları kurumuş, sevgi pınarlarının suları çok derinlere çekilmişti.
Bir tek umut vardı.
Çünkü gecenin en karanlık ânı sabaha yakın olduğu zamandır.
Ve karanlık ışığa hamileydi. Beklenen şafak yakındı. Ufukta yeni doğuştan müjdeler ve akisler vardı.
Nihayet beklenen şafak, bir Ramazan günü insanlık ufkunda göründü.
Bilal-i Habeşi gibi köleler Efendilerinin ses mesafelerinden daha uzağa gidemedikleri için, bu Nur’a koşamadılar. Çünkü her çağrıldıklarında hep ses mesafesi kadar yakın olmaları gerekiyordu. Bir Efendi eğer seslendiğinde kölesi duymuyorsa o kaçmış demektir. Her kölenin her geçen gün içinde büyüttüğü bir duygu vardır; kaçmak…Onu göze alabilmek ancak ölümü hiçe saymakla mümkün olabilirdi.
Bilal her gece Efendilerine ve Mekke’nin ileri gelenlerine güzel sesiyle şarkılar söylüyor, onları eğlendiriyordu.
Sürekli göz önündeydi.
Mekke’nin efendileri bir gece Ammar’ı der dest ettiler. Neden Muhammed’e (sav) gittiğini sorguladılar. Ammar,
“O bizi bir Allah’a davet ediyor, kız çocuklarını diri diri gömmeyi yasaklıyor, insanların eşit olduğunu söylüyor” dedi. Bu sözler Bilal’in içinde iman kıvılcımları tutuşmasına yetmişti. Tatlı tatlı yanan bir alev gibi yanmaya başlamıştı bile Bilal.
Bilal’in efendisi Ümeyye, “Bilal, al bu kırbacı da Ammar’a anlat benimle kendisinin eşit olmadığını” diye gürledi.
Bilal kırbacı aldı ve yere attı. Bir köle efendilerine baş kaldırmıştı.
Bütün Efendiler ayağa kalktılar ve “Bu gidişle Mekke’de başkaldırmadık köle kalmayacak. Kendi işlerimizi kendimiz görmeye başlarsak hiç şaşırmayın. Muhammed bütün köleleleri isyana teşvik ediyor” dediler.
Bilal’i karanlık bir hücreye attılar.
Yalnız bıraktılar.
Gece boyunca ölümlerden ölüm beğensin, kendi içinde kaynayıp dursun, diye.
Son gecesi olduğunu biliyordu Bilal.
Gece boyunca hep ölümü bekledi.
Ölüm dolmuştu karanlık hücresine. Sabah olduğunda Sahranın bağrı iyice kızdığında boynuna bir ip takarak alıp götürdüler.
Siyah deride güneşe diklenen yılanlar gibi ıslıklanıyordu kırbaçlar.
Deri titriyordu, deri kanıyordu, deri kavruluyordu. Bir kazığa bağlı öylece bıraktılar güneşin darağcında; üzerine de alev topu bir kaya koyarak.
Ölümün derin kuyularına doğru iniyordu Bilal.
Kendinde değildi.
Bir ara sesler duyar gibi oldu başucunda.
Pazarlık sesleriydi bunlar.
Hz. Ebu Bekr satın almıştı onu. Ümeyye Ebu Bekre, ” Bilal zaten ölü, bir leş lazımsa al” dedi. Bilal’in artık iflah olmayacağını biliyordu.
Bilal, günlerce komada kaldı.
Günler sonra kuru dalların baharda canlanışı gibi yeniden gözlerini açtı.
Bilal bitkindi
Bilal perişandı.
Güllerin Efendisi (sav) öylece görünce Bilal’i; yaşlar süzüldü yanaklarından.
Bilal,
“Anne ve babamın ölümünden sonra sevgi göz yaşlarını yüzümde hiç hissetmemiştim, bana acıyarak bakan ilk göz, Güllerin Efendisinindi.”
Artık şefkatle bakan bir çift göz vardı dünyamızda. Dünya bu gün bile o gözlerin güzellik banyosunda yıkanıyor.
Mekke’de işkence günleri gelip dayanmıştı.
Mekke bir ateş yurduydu.
Mekke’de sadece çöl ve kayalar yanmıyordu, insanlar da yanıyordu.
Mekke güvensizdi.
Mekke bunaltıyordu.
Aileleri alıp alıp götürüyorlar, kızgın çöllerde dayanılmaz işkencelere maruz bırakıyorlardı.
Hz Ammar’ın anne ve babasını günlerce işkenceden geçirdikten sonra şehit etmişlerdi. Güllerin Efendisi bütün bunları görüyor ama elinden bir şey gelmiyordu. Sadece “Sabır, ey Yasir ailesi sabır” diyebilmişti.
O kadar…
Zayıf insanlar korumasızdı. Ebu Talib’in himayesinde olmasına rağmen zaman zaman Güllerin Efendisi de bu dayaklardan nasibini alıyordu.
Bir gün Medine’den bir avuç insan çöl kekliği gibi ay ışında süzülerek Akabe Tepesi’ne kondular. Güllerin Efendisini ve inananları Medine’ye davet ettiler.
Artık yollarda göç vardı.
Ve Yesrib de bahar vardı.
Yesrib peygamber şehri olma yolundaydı.
Medine’de ilk iş bir mabet inşa etmek oldu. İlk ezanı Bilal okudu. Müslümanlar memnundu. Güllerin Efendisi “Bilal mescidimi tamamladın” diyerek iltifat etti.
Gül devri bütün güzelliği ile sürüp gidiyor, her vakit geldiğinde Güllerin Efendisi ” Bilal bizi ferahlandır” diyordu.
Günde beş vakit kerpiç damın üzerinden, Bilal’in yanık sesi yankılanıyordu. Göklere uçuyordu Bilal. Bilal, İslam’ın sesiydi
Tam on yıl böyle geçti günler.
Güllerin Efendisinin artık son demleriydi.
Güneş kızıl atına binmiş sonsuz ufukların ardına koşuyordu.
Bir sabah Bilal yine seslendi.
Güllerin Efendisi (sav)dışarı çıktı.
Başı sarılıydı.
Adımları ağırdı.
“Bilal koluma gir” dedi. Mübarek vücudu alevler içinde yanıyordu.
Durdular…
Bilal’in gözlerinin içine baktı.” Hatırlıyor musun seninle ilk karşılaştığımızda ben senin koluna girmiştim, şimdi sen benim kolumdasın”
Bu onların son mutlu anlarıydı.
Güllerin Efendisi gurub etmişti.
Gül devrinden sonra bir daha ezan okuyamadı Bilal.
Düşünceye dalan kumrular gibi suskunlaşmıştı. Her seher, gülün açılışını bekleyip de onu göremeyince feryat eden bülbüller gibi, içten içe yanıyordu Bilal.
Sükûtun çığlıkları duyuluyordu.
Medine dar geliyordu.
Bunalıyordu.
Hz Ebu Bekr Efendimiz’e
“Bırak beni gideyim serhat boylarında İslam’ı anlatayım” dedi.
“Bilal, bize kim ezan okuyacak?”
“Ben Ondan sonra ezan okuyamam”
Bunu birkaç defa denemiş sesiyle birlikte ayakları da titremiş, sonunu getirememişti.
Ve Bilal bir gün Suriye’nin yolunu tuttu.
Hz Ömer, ömrünün son yıllarında İslam diyarını geziyordu. Güllerin Efendisi ile Hz Ebu Bekr Efendimize kavuşmasına az bir zaman kalmıştı.
Yolu Suriye’ye düştüğünde Bilal-i Habeşi ile karşılaştı.
Bir zamanlar Medine mescidinin üzerinde günde 5 defa şakıyan bu bülbül suskunlaşmış, beli bükülmüş, ihtiyarlamıştı. Hz Ömer’in, o güzel günler aklına gelir ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Araya adamlar koyarak Bu coşkun Habeşlinin bir kere daha ezan okumasını ister. Gül devrini yeniden hatırlamak, o güzel duygularla dolup taşmak istemektedir.
Halk evlerinde huzur ve sükûn içersinde oturuyordu. Birden bire Şam’ın yüksek kubbelerinden bir ses duyulur.
Bu sesi çok değil daha beş on yıl önce Medine’de sık sık duyuyorlardı.
Halk “Acaba Güllerin Efendisi geri mi geldi, olur mu olur” diye heyecanlanmıştı; yataktan fırlayan, kapıyı çarpan koşuyordu.
Gecenin derinliklerinden ışığı devşire devşire gelen sese doğru koşuyordu.
Halk coşmuş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Bu Bilal’in son ezanıydı.
Şimdi son ezanını okuduğu Şam’da mütevazı bir türbede, dünyanın dört bir yanından yükselen kendi sesini dinliyor.