HARUN TOKAK

Gurbettekiler için ezan vakti

Gece ilerliyor…

Yıldızlarda bir telaş…

Gökyüzü şehrayin hazırlığında…

Çöl sıcakları, çekilmeyi ağırdan alan işgal kuvvetleri gibi…

Son birkaç günden beri gönülsüz gezinen ay ortalıklarda görünmüyor.

Kostüm değişikliği için sahne arkasında olmalı…

Yarın, yine bütün inceliği, zarifliği ve güzelliği ile arz-ı endam eder. Ramazanın geldiğini haber vermek için, fettan bir sevgilinin pırıltılı kaşının kıvrımı gibi belirir göğün berrak yüzünde.

İstanbul, romantizm resimleri gibi sisli ve dumanlı.

Gece ile günün randevu vakti olan şafak sökün ediyor.

Havada hala sıklet var.

Çöle ve bütün insanlığa inen Nur öncesi bir hâl …

İstanbul’un fethi arefesi gibi…

Büyük olayların arefesinde havada hep bu ağırlık olurmuş.

Gece gittikçe ilerliyor.

İstanbul, sis ve ışık cümbüşü içersinde gizemli ve hareketli…

Ve “gece sırtını iyice sabaha dayadı” derken, vahşetine boğulmuş gecenin derinliklerinden gelen bir ses duyuluyor uzaklardan.

Ses, kâinatı aydınlatmaya yetecek güçte projektörler gibi yırtarak aydınlatıyor gecenin bağrını.

Nefesleniyoruz.

Saba rüzgârı boğazdan karaya doğru ardı ardına çıkartmalar düzenliyor.

Günler boyunca tutsağı olduğumuz bunaltıcı sıcaklar alevden ellerini gevşetiyor.

Serinliyoruz.

Gecenin siyah gözleri, yavaş yavaş silkinip uyanıyor.

Gün ışıyor karşı tepelerde… Cumbaların camları renk cümbüşü…

Güneş, ayların sultanının teşrif arefesini aydınlatıyor…

Havada ağırlık var.

Gök kapıları açılıyor. Göklerden nurlar boşalıyor. Yeryüzü ışık yağmurlarıyla yıkanıyor. Havaya gül kokuları karışıyor.

Uyanık sinelere sesler geliyor ötelerden;

“Yok mu dua eden duasını kabul edeyim.”

Geceler boyunca sürecek bu ilahi ses.

Minarelerden; ezanlar, salalar göklere kanatlanacak…

Mabetlerden; ruhlar, dualar, ibadetler…

Çağların çıldırma anlarında peygamberî besteyle duyulan ilahi güfteler, diriltici bir nefes gibi girer gönüllere.

Asırlar o seslerle mahmur,

Gönüller o seslere tutsak.

Sade şu ezanları bile duymak, onlarla güne uyanmak bile ne saadettir.

Ya dünyanın ezansız diyarlarında doğmak, bir ömür boyu o sesten mahrum kalmak… Sadasızlıktan bunalmak…

Azarbaycan’ın büyük şairi Bahtiyar Vahapzade, Türkiye’ye ilk kez 1975’li yıllarda gelir. Kaldığı otelin penceresini açtığında odasına bütün vücudunu tesiri altına alan, âdeta yüreğini yakan lahuti bir ses dolar. Bütün benliğini saran bu ses Sultan Ahmet’in minarelerinden yükselmektedir. Bunun ezan olduğunu, Türkiye’de günde beş kez okunduğunu sonradan öğrenir ve kitabının başına o günkü duygularını dile getiren ezanla ilgili şiirini koyar.

Yarım asrı geçen yaşına rağmen ilk kez duymuştur ezanı. O yıllarda Demirperde’nin pençesindeki ülkelerde ezan sesleri hala sürgündedir.

Minareler suskundur.

Önden Giden Atlıları ülkelerinde görünce, bozarlar suskunluklarını.

Yetmişine kadar dilsiz yaşayan bir kimsenin, gurbetten dönen evladını bir anda karşısında gördüğünde sevinçten konuşmaya başlaması gibi, dili çözülür minarelerin.

Önden Giden Atlılar, soylu bir gurub vakti Batum’a ulaştıklarında, at kişnemeleri ezan seslerine karışır.

Yıllarca yağan sağanaklar, sert esen fırtınalar hırpalamıştır Asya’yı.

Ölen kış, son tipilerini savurmaktadır.

İnsanlar “Türkler geldi! Türkler geldi!” diye yollara dökülür. Tatar Mescid’i yetmiş yıldan beri kapalıdır. Paslı kilidini Türklerin açmasını isterler. Minare ayakta durmak için direnmiştir. Yetmiş yıl aradan sonra yanık bir ezan sesi duyulur Tatar Mescidi’nden. Kadınıyla erkeğiyle herkes bu sese koşar. Asya’nın uçsuz bucaksız bozkırları bu sesle derin uykularından uyanır. Çöller bu ilahi besteyle dirilir.

Bozkıra düşen bu sese koşanların arasında Saime Nine adında yaşlı bir kadın da vardır. “Evlatlarım! Ben bu sesi çocukluğumda hep duyardım, bir gün aniden sustu bu ses ama bu suskun mescidin önünden her geçtiğimde benim içimde, bir gün mutlaka ölmeden bu sesi tekrar duyacağıma dair bir his vardı” der.

Evinde yemek yedirmeden bırakmaz onları. Birkaç ay sonra da vefat eder.

Anadolu da bir ara o sese hasret kalmıştı.

1950’lili yıllar…

Ekin mevsimidir…

Ramazanın ilk günü… Günlerden Cuma…Vakit ikindidir. Havada yine bir ağırlık vardır. Yine büyük bir doğum vaktidir.

On sekiz yıl nefesini tutmuştur Anadolu’nun minareleri.

Halk sokaklarda, müezzinler minarelerdedir. Şerefelere yerleşirler. Nefeslerini salıvermek için sabırsızlanır, minareler.

Gökyüzünden inerek her mabedin üzerinde bir hilal, yerden yükselerek her minarede bir Bilal görünür. Gönüller göklere, gözler minarelere çevrilir. Kurbanlıklar hazırdır. Az sonra ezanlar göklere kanatlanacaktır.

Ve nefesini salıverir minareler.

“Allahüekber… Allahüekber…”

“Ezanlar yağıyordu göklerden Bilal, Bilal”

Halk öyle bağırışır ki gözyaşları sel olup yerlere akar. İnsanlar kendilerini yerlere atıp yuvarlanırlar. Bütün Türkiye sevincinden hıçkırıklara boğulur, kurbanlar kesilir’

Türkiye’yi ağlatan ezanlar, uçuşur göklerde.

Bir sevinç yumağı olmuştur Anadolu; koca bir yürek olmuş, ağlamakta, her tarafta bayram havası yaşanmaktadır.

Erzurum Müftüsü Solakzade Sadık Efendi gibi nice insanlar ‘Ya Rabbi! Ölmeden önce bize bu günleri de gösterdin ya’ diye hıçkırarak ağlarlar.

Ezanı duymamak bir hasrettir. Bir ateştir, minarelerde İslam’ın ses bayrağını görmemek.

Güllerin Efendisi son günlerinde ateşler içinde yanmaktadır.

Hz. Bilal, Allah’ın Peygamberi’nin ateşiyle savaşacak suyu bulmak için en serin kuyulara koşar.

Gün kapıya dayanmıştır.

“Eğer O(sav ), sabah ezanını duymazsa bedenindeki alevden daha fazla ateşlere yanar” diyerek tırmanır kerpiç damın üzerine.

Hz Aişe Validemiz, Hz Bilal’e der ki; “Efendimiz buyurdular ki, “bu Bilal’in okuduğu en güzel ezandı”

Çünkü bu güllerin Efendisinin dinlediği son ezandı.

Ezansızlık, yakıcı bir ateştir. O ateş, en çok da ezansız gurbetlere düşenleri yakar.

Mehmet Ayvacı Bey kardeşimiz takılıyor hayalimin kanatlarına; yani Dr. Can’nımız.

Herkes ona derdini o da herkese gönlünü açardı.

Bir gün Avustralya’dan bir kızımız;

“Lütfen benim için bir ezan dinlersen minnettar olucam Can abi.” diye yazar.

Çok duygulanır.

Gecenin en sessiz anında cevap yazar okuyucusuna :

“Güzel kızım…Bitirdin beni, felç ettin beni… Mektubunu bitirdikten sonra ben de bittim. Belki de ilk kez, bir mektubu okurken hislerimi gizleyememişim ki eşim, sabaha yakın bir zamanda uyurken çalışma odama gelip “Ne oldu, seni ağlatan nedir?” diye sordu. Güzel kızım! Seni hiç görmedim ve tanımam, yaşın da “kızım”dan küçük; ama sana, “canım annem” diye hitap etmek istiyorum.

“Ahir ömrümde dinlediğim her ezanı bir de senin için ve senin gibi gurbette, hicrette olup ezanı özleyenler için dinleyeceğim.

“Utanmasam sabah namazına 1,5-2 saat kala evimin terasına çıkıp, Sidney’de mağrip vaktidir deyip ezan okuyacaktım ve senin duyacağından da emindim.”

Sevgili Can Ağabeyimiz, bu yazıdan sonra kaç ezan dinleyebildi bilemiyorum ama o da pek çokları gibi artık bu Ramazanda aramızda değil. O bizim Can’ımızdı.

Yarın Ramazan…Ve ben Ramazan’ın ilk sabah ezanını Can’ımız için dinleyeceğim.

Bir ay boyunca şu sesi hep duyacağız.

“Şimdi aramızdan ayrılanlar ve de gurbettekiler için ezan vakti.”

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.