İncir Ağacı
Baharın son günleriydi. Arabamız, geniş ve boş bir arazinin bir köşesinde ikiz yoksullar gibi duran iki gecekondunun önünde durdu.
Çektiği acılarla beli bükülmüş, yüreği yorgun bir ana gibi gövdesi yere doğru eğilmiş incir ağacı dallarını bahar güneşine sermiş; “nerede kaldınız?” der gibi öylece bize bakıyordu.
Eyüp Bey’in telefonda sözünü ettiği ev burası olmalı, diye düşündüm.
Eyüb Bey, uzun yıllar Ata yurdumuz Horasan topraklarındaki Türk okullarında cansiperane çalıştıktan sonra Türkiye’ye dönmek zorunda kalmıştı, şimdi “Kimse Yok mu?” derneğinin Marmara Şubesi’nin başkanlığını yürütüyordu. Yorulmak nedir bilmeyen küheylanlar gibi yoksulların yorgun yüreklerine yaptığı yolculuklar belli ki yormuştu onu; arabanın arka koltuğunda uyuyakalmıştı. Arabanın durduğunu fark edince uyandı.
Arabadan indik.
Eyüp Bey; “onların gözyaşları dinsin” projesini yürüten fedakâr kardeşlerimiz Nermin Hanım ve Levent Bey üzerinde derneğin amblemi bulunan yeleklerini giydiler. Yoksulluk alevlerinde yanan bir evi söndürmeye ve içindekileri kurtarmaya azimli itfaiye erleri gibiydiler. Yüzlerinde tatlı bir sevinç ve heyecan dalgası geziniyordu her birinin.
Eyüp Bey kapının önünde “Kimse Yok mu?” diye seslendi. Ses alevlerin üzerine serpilmiş bir avuç su serinliğinde dağıldı havaya.
Gecekondunun kapısını kucağında sevimli çocuğu ile bir kadın açtı. Başındaki örtüyü çelme yaparak arkadan bağlamış olan kadın kırk yaşlarında gösteriyordu. İçerden bir bir koşan çocuklar, analarının etrafında oğul veren bir arı salkımı oluşturdular.
Daha adımımızı atar atmaz yoksulluğun buz gibi yüzüyle karşılaştık.
Tabandaki eski halıfleks bütünüyle yapıştığı betonun girinti ve çıkıntılarını olduğu gibi gösteriyor, tavandaki kartonlar yağan yağmurlardan eğri büğrü, leke leke görünüyordu. Mutfağın penceresi delik deşik bir naylonla kapatılmış, tuvaletin penceresinde o naylon da yoktu. İçerde cirit atan farelerin lime lime ettiği konu komşunun verdiği bir- iki eski kanepe, küf kokusunun buğusunda boğulan bir iki yorgan…
Babaları, borç yüzünden hapse girmiş 6 çocuk ve dul bir kadın.
Eğri büğrü teneke ve tahtaların yarıklarından yağdığında yağmur, doğduğunda güneş girmiş, rüzgarsa; istediği her yerden her an yol bulabilmiş ama mutluluk kapısına bile uğramamış bu gecekondunun.
Acılar, iniltiler, hastalıklar, ağrılar, umutsuzluklar, çaresizlikler ve küf kokuları yükseliyor.Çaresizlik ve acı var bu insanların yüzlerinde.
Bir anne ki… Hüzün meleği bir kadın…
Adının Bahar olduğunu öğrendiğimiz bu kadın güz gülleri gibi hiç bahar görmemiş. Gözyaşları sürekli süzülüyor yanaklarından. Sık sık ufku seyreder gibi uzaklara takılıp kalıyor gözleri.
Sokakta oynayan çocuk sesleri doluyor içeriye. İki sokak ilerde kurulu semt pazarından satıcıların sesleri duyuluyor. Abla domates üç lira, kiraz 5 lira… bu sesler çok uzak onlara.
Pazar çok uzaklarda.
Pazar dağıldıktan sonra artıkları toplarken başlıyormuş onların Pazar sevinci.
Yeni elbiselerini giyen, oyuncaklarına kavuşan çocukların sevinci görülmeye değerdi. Evin içinde mutluluk yeniden gezinmeye başladı. Hele ‘sütümü neden kedilere veriyorsun?’ diye ağlayan küçük Mertcan’ın sevincine diyecek yoktu. Bir şefkat meleği gibi çocukların birini bırakıp diğerini kucaklayan Nermin Hanım; “Mertcan kim bilir, belki de annenin, kediye olan o merhameti çekti bizi buraya” diyor. “Anne-babamın rızası yoktu, şimdiki eşimle evlenmeme” diye başlıyor sözlerine Bahar Hanım. “Seviyordum, kaçtım, şimdi çok pişmanın ama benim bunları düşünecek kadar bile vaktim yok.”
“Hayatı hep günü birlik yaşıyoruz. Konu komşu ne verirse onunla yetinmeye çalışıyoruz. Soğuktan bir birimize sokuluruz geceleri, yıllardır elektrik yanmıyor evimizde, mum bulamadığımız geceler akşamdan yatarız. Karanlıkta ne yapabiliriz ki…
Aç yattığımız günler çok oldu. Gece uykularında kaç kere fare ısırdı çocuklarımı. Kaç gece çığlık atarak uyandı yavrularım. Biriken kirli çamaşırları, bulaşıkları falan bir yana bırakın. Altı çocuk nasıl ısınır? Akşamları mum ışığında nasıl ders çalışır da sabah okula gider?
Artık tükenmiştim. Çaresizdim.
” Ablam, ‘Kimse Yok mu derneğine mektup yazalım’ dedi. O da çok üzülüyordu halimize. Ama elinden fazla bir şey gelmiyordu. Onun da kocası gündelikçi. İş bulursa gidiyor.
Ablam, bir akşam eve geldiğinde baktı ki biz karanlıkta oturuyoruz, çok üzüldü. Gitti mum aldı geldi bakkaldan. O mumun gözyaşlarında başladık yazmaya; Adım bahar, 29 yaşındayım. 6 çocuğum var. Dördü okula gidiyor. Çok zor durumdayım. Kocam, borçları yüzünden hapiste. Evimizde elektrikler kesik. Çocuklarım ödevlerini yapamıyor. Pazara çıkamıyorum. Evimiz derme çatma bir gecekondu, durulacak gibi değil. Camları yok, tavan akıyor, rutubetten ve soğuktan çocuklarım hep hasta oluyor. Artık gücüm tükendi, ne olur bana da bir yardım eli uzatın.
Bahar
Ablam ertesi gün mektubu postaya verdi. Açıkçası benim pek umudum yoktu. Ablam “mutlaka cevap verirler” dedi. Her kapı çalışında geldiler, diye koşuyordum. Aradan bir hafta geçti, geçmedi. Bir gün yine kapı çaldı, koştum. Aman Allah’ım! Ellerindeki yardım paketleri ile bir bayan bir erkek bana tebessüm ediyorlardı. Üzerlerindeki yeleklerde Kimse Yok mu? Yazıyordu.
Şaşırmıştım.
Sevinçten ağlamaya başladım.
Çocuklarım, “oh evimize elektrik gelecek, lambalar yanacak” diye bir birine sarılarak çığlık attılar.
Komşular hayırlı olsun’a geldiler.
“Elektriklerimiz açıldıktan sonra da Nurşen Hanım adındaki bir Kimse Yok mu gönüllüsü ampul getirip takıncaya kadar yine mumla idare etmek zorunda kaldık. Çünkü ampul alacak paramız yoktu.”
Yüreği yorgun Bahar Hanım sözlerinin sonunu getiremedi.
Sustu.
Omuzuna düşen kırmızı çiçekli yazmanın ucuyla gözlerini sildi.
“Üzülme artık Bahar Hanım o kasvetli günler geride kaldı.” Diye söze girdi Eyüp Bey.
” Bir hayırsever vatandaşımız evin yapımını üstlendi. Bir kaç gün sonra rutubetten duvarları kabaran, içinde fareler dolaşan bu ev yeniden yapılacak. Eşyalar yenilenecek, çocuklarımız huzur içinde okullarına gidecekler.”
Sizler için başlattığımız “Onların gözyaşları dinsin” kampanyamıza ardı arkası kesilmeyen bahar yağmurları gibi yardımlar yağıyor, “Marmara 5777” diye SMS hesabı açtık.
“Size benzemez ne yoksul insanlar var. Tekerlekli sandalyesi olmadığı için dışarıya bile çıkamayan, rutubet fışkıran fersiz evlerde sürünerek ihtiyaçlarını görmeye çalışan güneş mahrumu insanlar…
Ağır şeker hastalığından dolayı gözlerini kaybeden, nefes darlığı için kullanacağı spreyini dahi alamayan nefes alma-verme savaşında hastalar…
Yoksulluk yüzünden bozulan yuvalar, yitirilen akıllar, işsizlikten intihar eden kocaların geride bıraktığı çaresiz dul kadınlar, öksüz çocuklar…
Bütün bunlar çok uzaklarda, Afrika’da ya da Antartika’da değil, İstanbul’da, Üsküdar’da, Ümraniye’de, Kadıköy’de, İçerenköy’de, yani içimizde…
Marketler evlerinin bitişiğinde ama kutuplar kadar uzak bu insanlara.
Modern hastanelerin diplerinde; ağrı, sancı ve yoksulluğun pençesinde inliyorlar ama bir adım öteye seslerini duyuramıyorlar.”
Bahar Hanım’ın evinden ayrılma vaktimiz gelmişti.
Dışarı çıktığımızda acıları seyretmekten yüreği yorgun bir ana gibi, beli bükülmüş incir ağacı karşıladı yine bizi.
Bahar güneşinde parlayan her bir yaprağı bir göz olmuş yine ağlıyordu.
Ama bu defa sevincindendi ağlaması.