Gun Olur Evlatlar da Doner
Stuttgart Frankfurt hattında seyreden hızlı trendeyim. Tırısa kalkmış bir küheylan gibi rayların üzerinden kayıyor tren. Bahar yağmurlarında ıslanan ağaçlar ilkyazın özlemi içinde… Tren, uğradığı istasyonlarda söyle biraz duruyor, sonra bütün hızıyla yine yoluna devam ediyor. Uzak tepelerde, bereketi ovalara amirane bakan şatolar muhteşem görünüyor. İlk yaz çok yakın…
Gittiğim ülkelerdeki şehirlerarası seyahatlerimde hızlı tren tercihimdir.
Daha güvenli olmasının yanında çocukluk yıllarımı da çağrıştırırlar bana. Yıllar öncesinin anılarına alır götürür o trenler beni. Yolculuk boyunca dumanlarını göklere savuran kara trenler geçer içimden. Bir zamanlar, bir eliyle beyaz yaşmağının ucuyla gözlerinde biriken yaşları silen, bir elini hafifçe sallayarak beni uğurlayan gözü yaşlı anama götürür o trenler. Vagonlarla vuslat taşır, vagonlarla gurbet taşır trenler. Tren bir sevinç dalgası gibi akıyor yeşilliklerin arasından. Yan koltukta Kumral saçlı bir kadın sevimli çocuğuna bir şeyler yediriyor.
Lokmayı çocuğuna her verisinde çocuğuna öyle bir şefkatle bakıyorken anlatamam. Sımsıcak sarıyor bakışlarıyla yavrusunu. Akşam, Frankfurt’ta anneler günü vesilesiyle konferansım var. Notlarıma bakıyorum. Yavuz Bülent Bakilerin “Anamın duaları üzerimde olmasa yıkılır sırtımı verdiğim duvar” sözü ilişiyor gözüme. Sonra Peyami Safa’nın “Saadetime herkes ama felaketime sadece anam ortak.” sözü geliyor aklıma.
Kendi notlarıma bakıyorum:
“Anne kendi dünyasında bir kutup varlıktır. Yuvada her şey onun etrafında döner. O ise kutup yıldızı gibi kendi çevresinde döner. Simaları cennetteki hurilerin yüzleri kadar uhrevi, bakışları melekler kadar derin, duyguları duru,
Suyu toprağı havası ötelerden getirilmiş mübarek bir zeminin gülleri gibi,
Şefkatle köpüren bir deniz gibi, tehlikelere karşı bir dağ gibi dik duran bir halleri vardır.
Bazen içinde yıldızların kaynayıp oynaştığı gökler kadar derindirler. Bazen içinde lavlar kaynayan bir yanardağ, bazen, içinde çayların ırmakların şırıltılarının duyulduğu bir bahardırlar…
Gözlerimizin aydınlığıdır anneler.
Doğu edebiyatında aşkı anlatan en önemli mecaz, ateş ve pervanedir. Pervaneler yanacağını bildiği halde döner durur ateşin etrafında. Anneye gelince onun gölgesi bile yakar.
Gökkubbe altında ne varsa onun eli hepsinin üstündedir.
Nitekim cennete giden yol bile onun ayaklarının altından geçer.
Eğer şu varlık âleminde her şeyin bir ruhu bir cevheri varsa, evladın ruhu da cevheri de analardır. Anayı hayatından çıkarmış bir evlat ölüdür.
Onlar bereket kaynağıdır.
Peygamberimiz, anne babası yanında ihtiyarladığı halde cenneti kazanamayan insana intizar ediyor.
“Burnu sürtülsün…”
Evlat tir tir titremeli…
Günümüzde annenin ne kadar hırpalandığını, ailenin nasıl dinamitlendiğini düşünüyorum.
Hüzünle notlarımı kapatıp Kuran okumaya başlıyorum. Bir ara esmer yüzlü bir servis elemanı basımıza dikilerek Almanca bir şeyler söylüyor. Yol arkadaşım Selçuk bey çeviriyor: bir isteğiniz var mı?
Teşekkür ediyoruz.
Biraz sonra servis arabasıyla yolcuların siparişlerini getiriyor. Elindeki kâğıda bakarak tek tek dağıtıyor. Dikkatinin biz de olduğunu gizlemiyor. Tekrar gözden kayboluyor.
Az sonra gelip yine başucumuzda duruyor. Bu defa güzel bir İstanbul ağzıyla, “Siz Türk müsünüz?” diye soruyor, “Sizi biraz önce Kuran okurken gördüm, ben Ağrılıyım, adım Duran, bu trende çalışıyorum. Ekmek parası işte… Futbolcuydum ama dizlerimdeki ağrılar daha fazla izin vermedi top koşturmama ben de buraya geldim. Her sabah uyanırken memleketimdeymişim gibi geliyor. Ülkemde olmadığımı anlayınca bir hüzün çöküyor üzerime. En çok da annemi özlüyorum.”
O anlatırken İbrahim Sadri’nin sesini duyuyor gibi oluyorum; Bir kampana çalar analar, ağlar Oğul oğul çocuklar öksüz gelinler dul.
Aksam olur hüzün çöker
Omuzlarım bir bir düşer
Sirkeci’den tren gider
Gözyaşımı döker gider
Sirkeci’den tren gider
Erzurumlu Duran
Ankaralı Burhan gider
……………………
Sirkeci’den tren gider
Bir yaldızlı Kuran gider…
Hızlı tren tatlı tıkırtılarla akıyor rayların üzerinden. Hiç ummadığımız bir anda karsımıza çıkıveren Ağrılı Duran’la sohbetimiz koyulaşıyor:
“Bu gurbet ellerde kaybolup gidiyoruz. İlk geldiğimde ben de namazlarımı kılıyor, orucumu tutuyordum. Ama zaman içinde bir çiçek gibi solup gidiyoruz. Burada çiçekler bile bizimkiler gibi kokmuyor.” Ağrılı Duran’ın bu gurbet ellerde kayboluyoruz sözü, yıllar önce bir televizyon kanalında dinlediğim bir anne oğul hikâyesini tedai ettiriyor.
Olay Almanya’da geçiyor.
Konuşmasında kocasının olmadığı anlaşılan bir kadın, sözü sohbeti dinlenen bir Hoca efendiye oğlundan yakınıyor: “Hoca Efendi! Oğlum her gün beni dövüyor, artık dayanacak gücüm kalmadı. Benim evladım böyle değildi. Pırıl pırıldı. Çok saygılıydı. Karsımda konuşmaya utanırdı. Ana dedi mi bir daha an dökülürdü dudaklarından. Ama oğlumu buralarda kaybettim Onu tanıyamıyorum. Her aksam içip içip geliyor ve beni dövüyor, içki parası istiyor.”
Hoca: ” Anacığım ben ne yapabilirim ki! İyisi mi sen polise başvur, seni bu sıkıntıdan ancak polis kurtarabilir.”
“İyi de ya karakolda döverlerse yavrumu.” “İyi de anacığım o seni her gün dövüyor.”
“Ama ben anayım.”
“Anacığım ben ne yapabilirim ki!”
“Ben de sen de bir çare vardır diye sana gelmiştim.” Ananın bu son sözü iyice perişan ediyor hoca efendiyi.
Başını ellerinin arasana alarak düşünmeye başlıyor. Aman ya Rabbi! Bu nasıl bir şey böyle! Her gün dayak yiyor yine de ya döverlerse diyerekten oğlunu polise teslim etmiyor. Allah o anda kalbine bir şeyler ilham ediyor.
“Anacığım bu derdin bir çaresi var ama bende değil sende diyor.”
“Nedir hoca efendi, söyle” diyor kadın. Bu günden itibaren her gece kalkıp abdest alacaksın ve iki rekât namaz kıldıktan sonra ellerini Yaradan’a açıp;
“Allah’ım oğlumu bana geri ver diye yalvaracaksın, gün gelir evladın sana geri döner.” “Yaparım hoca efendi, yaparım… Hay Allah razı olsun, diyor.” Aradan bir yıl kadar bir zaman geçiyor. Kâbe yollarındaki bir kafilede kadın hoca efendi ile karşılaşıyor.
“Hoca efendi beni tanıdın mı?” diyor kadın.
“Tanıyamadım.”
“Hani oğlum için gelmiştim sana, oğlumu Allah bana geri verdi.”
“Nasıl oldu bu?”
“Bir sabah oğlum yanıma geldi, elime ayağıma kapandı. ‘Anacığım ne olur bana hakkinin helal et, sana çok çektirdim.’ diye yalvarmaya başladı, Hem ağlıyor hem de ne olur anacığım hakkini helal et diye ağlıyor.
Gece rüyasında nur yüzlü bir insan ‘yeter anana ettiğin eziyet! Kalk ondan helallik dile!’ demiş.”
“Peki, oğlun nerde simdi?”
“O da burada. Bak su ilerideki genç. Gel oğlum senin bana geri dönmene vesile olan Hoca efendiye bir teşekkür et, dedim ama utandığından gelemiyor.
Sen git ana hoca efendiyi sevindir, beni zorlama, dedi.
Oğlum tutturdu illaki ben sana sırtımda Kâbe’yi tavaf ettireceğim ve sen sırtımda iken rabbime yalvaracağım, Allah’ım ne olur beni affet, diye.
Hoca efendi evladım, Allah senden razı olsun! Sen olmasaydın ben evladımı yitirmiştim. Senin sayende evladım geri döndü.”
Nur yüzlü hoca efendi hüzünlü:
Döner anacığım döner, gün olur evlatlar da döner.