Hüzünlü bir tebessümdür ki… Dondu anıların dudaklarında
Gün dökülüyordu geceye…
Turuncu bulutları yararak indi uçağımız ışıltılı turunçgiller şehrine.
Daha ilk anda tatlı bir rüzgar, içine çektiği portakal çiçeklerinin kokularını, yüzümüze üfledi ılık dudaklarından
Rüzgar tanıdık kokular getirmişti bize
Antalya ışıl ışıldı.
Yollar arabamızın altında kayıp giderken, bu şirin şehir de içimden akıp gidiyordu.
Arabanın içinden başımı durmadan sağa sola çeviriyor, savrulmuş, unutulmaya yüz tutmuş hatıralarımı toplamaya çalışıyordum.
Hatıralar bir bir geriye dönüyordu, geçmişin güzel günlerinden.
O tatlı “Rasanetli” günler şehre girer girmez en tatlı sevgisiyle gelip yüreğime oturmuştu.
Bir zamanlar bir yanımı bırakarak ayrıldığım Antalya’daydım.
Bu mevsimde portakal çiçekleri olanca kokularını üzerine boca ederek, deniz kenarında gezintiye çıkan, taze ve soylu bir güzele döndürür şehri.
İstanbul’da boğazın erguvanlarıyla, Antalya’da portakal çiçekleri gizlice buluşurlar baharın bu en güzel günlerinde.
Gecenin gizemine bürünmüş nice yerlerden geçerek otelimize ulaştık.
Arkamızda bütün heybetiyle Toros Dağları, önümüzde uçsuz bucaksız Akdeniz.
Gecenin karanlığında Toroslar’ın sadece simsiyah silueti görünüyor, arka fonda da hafif gri bir iki bulut parçası ve koyu lacivert bütün bir gökyüzü.
Göklere uzanan görkemli dağların deveboyunlarının birisinden, hilal usulca tebessüm ediyor.
Bir zamanlar her gece, az ilerideki Tekirova’nın büyülü koylarında mehtabın usulca suları okşayışını, yakamozlar bırakışını izlerdik.
Salih dostlarla, sahile sıralanır, mehtabın kabarttığı ışıltılı denizi seyrederdik.
Denizin şıpırtılarına karışırdı sahilde oynayan çocukların şamataları.
Gece böcekleri eşlik ederdi, talebelerin ritim tutan seslerine.
Dalgalar onları dinlemek için koşardı ay ışığının aydınlattığı kumsala.
Ansızın tatlı bir rüzgar eser geçerdi de, ruhu okşayan bir uğultu duyulurdu usulca uç dalları salınan çamlardan.
Ben hâlâ o sesleri duyar gibi oluyorum…
Ruhumun bir yanı hep oralarda.
Ya kendimizi yıldızlara en yakın hissettiğimiz Gödene, Güzle geceleri…
Yaradan’ın nimetleri karşısında başını yere eğen mütevazi bir kul gibi, meyve yüklü dalların yerlere değdiği Güzle bahçeleri.
Gidebilsek…
Her karşılaştığımızda, ışıltılı esmer yüzündeki gülüşünü görmeye alıştığımız, Merhum Ramazan Yıldırım Ağabeyimiz karşılar yine bizi Kumluca’da.
Dedim ya bu yerlerde her şeyimiz var…
Geçmiş günlerimiz…
Hasretlerimiz…
Ümitlerimiz…
Hüzünlerimiz…
Sevinçlerimiz…
Açmayan tomurcuklarımız…
Yaprak yaprak açan güllerimiz, hepsi orada az ileride…
Tekirova Koyu’nun koynunda hüzünlü bir sükut içinde duruyorlar
Eski günler hayallerimizden hiç çıkmıyor.
Bu gece tıpkı benim gibi Akdeniz’in de bütün hırçınlığı üzerinde.
Otelin denize nazır penceresinden az ilerdeki meydan muharebesini görebilmek için başımı uzatıyorum ama nafile.
Akdeniz, en güçlü dalgalarıyla saldırıyor Toroslar’a…
Üst üste çıkartmalar yapıyor karaya…
Hamlelerin ardı arkası kesilmek bilmiyor sabaha değin.
Denizlerle dağların korkunç savaşının tam ortasındayız, savaşan orduların arasında kalmış çaresiz bir insan gibi.
Denizlerin bütün hırçınlığına ve saldırganlığına karşın dağlar vakur, sağlam ve alabildiğine sakin.
Tahriklere kapılıp taarruza niyeti yok. Sadece savunmada kalmayı tercih ediyor.
Denizdir dalgalanır, arkasına güçlü rüzgarlarını da alır saldırır! Sonra yorulur, sakinleşir. Dağlarla baş edemeyeceğini anlar. Çünkü dağların ayakları yere sağlam basar.
Dağlar bağrında neler taşıdığını çok iyi bilir.
İnsanlık coğrafyasının sıra dağları peygamberler ve her asırda onları temsil eden kahramanların hayatları hayal dünyama düşüyor…
Her peygamberin hayatında bir dağın var oluşu, kiminin Tur u Sina, kiminin Cudi, kiminin Hira oluşu da.
İnsanlar sert rüzgarlarla savrulduğunda ve vahşi dalgalar onları koynuna aldığında, gecenin tam ortasında, dağların göklerle buluştuğu ufuktan bir ay doğar en karanlık hüzünlere…
Tekrar gecenin derinliklerine dalıp gidiyorum.
Az ileriden müthiş bir meydan muharebesinin çığlıkları geliyor hâlâ.
Yerimde duramıyorum yine, kalkıp gecenin karanlığında bir radar hassasiyetiyle gezdiriyorum gözlerimi.
Bir de ne göreyim? Dev dalgalar dur durak bilmeden yumrukluyor dağların böğrünü.
Gecenin derinliklerinden kopan fırtına kasıp kavuruyor ortalığı.
Mehtabın ışığı dalgaların beyaz köpüklerini aydınlatıyor.
Dalgalar, lodos, poyraz, ne varsa müttefik kuvvetler gibi yırtıyor gecenin bağrını.
Gece erişince güne, pılısını pırtısını toplayıp kendi sınırlarına çekildi deniz.
Üstelik ondan gece boyunca hiçbir yardımı esirgemeyen rüzgar da ortalıklarda görünmüyordu artık.
Zafer yine dağlarındı.
Belki de mevsimin son dansıydı bu.
İlk görev yerim olan bu sıcak şehirde sahih ve salih dostlar geldi aklıma.
“Yüreklerinde yücelttikleri değerlerle Toroslar kadar yüce, bir o kadar da vakur insanlar olmasaydı, bu şehir savrulmaya müsait kültürel dalgalanmalara nasıl dayanırdı” diye düşündüm.
Vaktin epeyce sınırlı olmasına rağmen iki gönül insanını görmeden ayrılmak olmazdı.
Sonraki gün, her daim yardım ve iyiliklerini gördüğüm kadim dostlarım Hasan ve Nevzat Ağabeylerin yardımıyla, önce Hüseyin Tulpar Hocamızı, o kendisi kadar mütevazi Doğu Garajı’ndaki mekanında ziyaret ettik. Akşam da Avukat Gültekin Sarıgül Ağabeyi.
Bu iki güzel insanın nasıl bu kadar berrak sular gibi dupduru kalabildiklerini düşününce, aklıma birkaç gün önce dinlediğim bir hikaye geldi…
Bir derviş Selimiye Camisi’nin sütunlarından birinin önünde durur ve “Bunca yıl sen nasıl bu kadar güzel kalabildin” diye sorar.
– “Derviş kardeş, bir kerre ben ayağımı yere sağlam basarım. İkincisi; geri çık da bir bak bakalım, bende bir eğrilik görebilecek misin? Üçücüsü de; Ben her daim, üzerimde taşıdığım değerin farkındayımdır”
Ayağımızı yere sağlam basmayı, doğruluğu, taşıdığımız değerin farkında olmayı ve daha nice güzellikleri kendilerine borçlu olduğumuz, bu yaşayan değerlerimizi ziyaret etmek, bizim için bu seyahatin önemli kazanımlarından oldu.
Antalya’da nice insanlar vardır Toroslar kadar heybetli ama bu iki insan nazarımda hep zirveleri tuttu.
O gece Hasan Şahin Ağabey’le beraber nice kadim dostlar sülünler gibi süzülüp geldiler de, mazide kalmış özlem dolu hatıralar doluverdi bir anda içeriye.
Gün boyu deniz sakin olmasına rağmen, akşama doğru yine geceye yığınak yapmaya başlamıştı.
Antalyalılar denizin ve gecenin getirdiklerine alışkındılar.
Toroslar yine vakur bir şekilde geceyi bekliyordu.
Tarih boyunca dağlarla denizlerin kavgası hep sürmüş durmuştur.
Dağlar gündüzü denizler de hep geceyi sevmiştir.
Yüreği erguvanlar kadar sıcak, portakal çiçeği kadar yumuşak ve güzel kokulu dostlardan ayrılma vakti gelmişti.
Orasından burasından unutulmaya yüz tutmuş geçmişteki güzel günleri bir kere daha hatırlayarak ayrıldık Diyalog Avrasya Toplantısı için geldiğimiz Antalya’dan.
Hüzünlü bir tebessüm ki… Anıların dudaklarında donduğunda, portakal çiçekleri hâlâ büyülü bir gecenin zülüflerinde baygın baygın nefes alıp veriyordu.
O eski güzel günler bütün sevgisiyle gelip içimize oturduğunda, bizim için yine ayrılma vaktiydi. Ayrılık… Sadece türküleri güzel, o kadar.