HARUN TOKAK

EY SONSUZLUĞUN SAHİBİ SANA ULAŞMAK İSTİYORUM

2009 kışında karlı dağlarda kalan Anadolu boz- kırlarının yiğidi koca reis Muhsin Bey’e… Kendini yırtarcasına, paralarcasına ağıt ağıt esen rüzgarlar, senden acı haberler taşımaya başladığında, ben beyaz bir gurbet-
te, Beyaz Rusya’daydım.Sen karlı dumanlı dağlara doğru sürüyordun atını.
Bir elinde dizgin, diğer elinle bizi selamlıyordun:
“Hoşça kalın, ben gidiyorum”
At yorgun, sen yorgun; yıkılıyordunuz karlı bir dağın ya-
macında.
Gün, geceye dökülürken, senin acın da bir kor gibi dökülü-
yordu yüreğimize.
Karları bir yorgan gibi çekiyordun üzerine.
Rüzgâr, boşanmış kurt sürüleri gibi uluyordu tepelerde… Rüzgâr, vahşi çığlıklar atıyordu gecenin karanlığında. Karlar bozguna uğramış ordular gibi sağa sola savruluyordu. Şimdi bir türbedar gibi duruyorum başucunda;
“Yiğidim hele anlatıver olup biteni, sen dertli, vatan dertli
oturup ağlayalım” diyorum.
Ses vermiyorsun…
“Ses ver yiğidim! Yoksa beni duymuyor musun? Kalkıp ge-
leceğin ümidiyle yaşıyorum” diyorum. Yine ses vermiyorsun.18 Işık Suvarileri
Hani, hatırlıyor musun daha iki yıl önceydi. Türkçe Olim- piyatlarında “memleketim” şarkısıyla Türkiye’yi ayağa kaldıran Belaruslu bir kızımız vardı.
Kseniya Juk…
Seninle birlikte dinlemiştik onu.
Dünyanın dört bir yanından Anadolu türküleri yağmıştı o
gece üzerimize.
Kseniya Juk o gece memleketi Belerus’ta, “memleketim”
türküsünü söyledi yine.
O söylerken ben gecenin koynunda karlı dağlarda üşüyen
seni düşündüm.
O söyledi ben ağladım.
Bu sene olimpiyatlarda Beyaz Rusya’yı temsil edecek kızı-
mız geldi sahneye, o da; “veda busesi”ni okudu. Veda…
Baktım alperenlerin hepsi ağlıyordu. Anladım…
O an, hepsi seni düşünüyordu. Hepsi üşüyordu.
Senin sevdandı bunlar. Senin hayalindi bu çocuklar. Dün- yanın dört bir yanından gelen her renkten bahar çiçeklerinin Türkçe okuduğu şarkılarla içinde bir coşku kabarıyor, “Türkçe dünya dili olma yolunda” diyordun.
Gecenin sonunda, zeybek kıyafetleriyle geldi sahneye alpe- renlerin.
Bir,”Hey!” çektiler ki değme gitsin.
Mutlaka duymuşsundur.
El çırptılar, eğildiler, sonra dizlerini yere vurdular. Yer titredi,
Beyaz Rusya titredi.
İçimiz titredi.Ey Sonsuzluğun Sahibi Sana Ulaşmak İstiyorum 19 Dudaklarımız titredi.
Kaldığın karlı dağlarda vahşi uğultularla esiyordu rüzgâr. Karabulutlar üst üsteydi.
Gece ürperticiydi.
Dağlar bile korkudan birbirine sokuluyor; dağlar, senin yü- reğindeki ışığa koşuyordu.
Korkuyla hiç tanışmadın sen.
Herkes sana derdini açtı ama sen, kimseye derdini açama- dın.
Hatırlıyor musun? Mahpushanedeki arkadaşlarınla, aranız- da para toplayarak, Hakk’a yürüyen Halil ve Selçuk için cezaevi terzisine idam gömleği diktirmiştiniz.
Son yolculuğunuzda sizi karlı dumanlı dağlarda ölüme taşıyan helikopteri yine kendi aranızda topladığınız paralarla kiralamışsınız.
Derin Anadolu’nun çığlığı idin, sen. Herkes sevdi senin sesini… Anadolu sevdi yiğit yüzünü. Türünün son örneğiydin.
“Millete yöneltilen silaha selam durmam” demiştin.
Zor anlarda, dava arkadaşlarına; “Dağılmayın, dik durun, arkadaşlarınızı vermeyin” naraların yankılanıyor şimdi kulakla- rımızda.
Sonunda, dik durmanın sembolü dağlara vurdun kendini.
“Dağlar anlar beni, bana dağları verin! Ey dağlar! Beni bı- rakmayın, ben bu mor dağların maralıyım, bana sizin bağrınızda ölmek yaraşır” dedin.
Ey bozkırların kavruk delikanlısı; Sen hep yiğit kaldın.

Hep Anadolu…
Hep davanı öne aldın…
Şimdi, “Gitti gelmez bahar yeli… Şarkılar yarıda kaldı”
Milyonlarca sevenin, geri gelmen için sana dua ettiler soğuk gecelerde.
Hey gidi Koca Reis…
Herkes sana gel çağrısı yapsa da, sen geri gelmedin.
“Gönlünü çekse de yarin hayali, artık aşmaya gücün yetmedi cibali…”
Dağları aşamayan, dağlarda kalan yiğit…
Sen…
Mamak Mapusanesi’nin daracık karanlık hücrelerinin öm- rünü içtiği yiğit.
Sen…
Yıllarca, kırlarda güneşle kol kola gezemeyen, yarpuzlar ara- sında kendisini bırakıp, mis gibi nane kokuları arasında ruhunu dinleyemeyen yiğit.
Uzanıvermek için hep bir çeşme başı arayıp duran yiğit.
Yaşlı ve yorgun anamız ve acılı eşin, uğrunda can verdiğin bayrağa sarılı tabutunun peşinden yürürken hayatlarının en zor adımlarını atıyor, en zor anlarını yürüyorlardı.
Oğlun Furkan milyonlarca kalabalığın arasında senin fotoğ- rafını kucaklamış; dağları kucaklasa o kadar ağır gelmezdi.
Sen nazlı bayrağın gölgesine bir gül gibi süzülürken kızın Firuze kalabalığa;
“Ne olur sükun içinde olalım. Bu gün bizim en güzel günü- müz olsun” diyordu.
Anadolu’nun dört bir yanından, Balkanlardan, Orta Asya’dan getirilen topraklar dökülüyordu üzerine.
Sen kızın Firuze’nin sessiz çığlığını dinliyordun;
“Babacığım! Servise geç kaldığımızda okula bizi kim götü- recek? Sahurda tatlı uykulardan uyanamadığımızda kim başucu- muza yemek getirecek? Kim bize yemek yapacak?
Ne olur? Geri gel babacığım, gül babacığım, ceketi bile gül kokan babacığım!
Merhametli babacığım, karanlık, daracık hücrelerde bile kin değil, yüreğinde sevgi büyüten babacığım!”
Hz.Yusuf gibi, yedi yıl hiç baharın gelişini, güneşin doğu- şunu göremedin.
Karanlık hücrelerde gözlerim bozulmasın, diye yeşil mayda- noz siparişi verip, saatlerce o bir tutam yeşile bakıp durdun.
Yiğidim baharla birlikte mor sümbüllü dağlarda, yeşillik- lerde yaşayacaksın; pencerelerin hiç kapanmayacak, güneşlere doyacaksın.
Şehirlere sığmadın sen, şehirler basmadı seni bağrına; özgür dağlara koştun.
Şimdi melekler kar serpiyor, yiğit yüzüne. Gülen yüzüne…
Hüzünlü yüzüne…
Göklerden gül yağmurları yağıyor üzerine. Yaşlı anan, yaşlı gözlerle geliyor başucuna;
“Muhsin’im, yavrum, yiğidim” diye feryat ediyor.
Uzun hava ağıt yükseliyor, karlı- dumanlı dağlarda. “Ağlama ana ağlama ben iyiyim. Bak güller yağıyor üzeri-
me, yaşarken yağmamıştı bu güller, hasrettim ben bu güllere” diyorsun.
“Sen üşüyorsun oğlum” diyor yaşlı anamız.
“Üşümüyorum anacığım, artık üşümüyorum, ben Mamak
Mapusanesi’nde üşüyeceğim kadar üşüdüm. Kış gecelerinde hücremdeki soğuk betonlarda üşüdüm.
Şimdi üşümüyorum anacığım.” diyorsun.
“Senin üşüdüğünü sanıp bütün Anadolu üşüyor oğlum. Herkes yollarda, herkes dağlarda seni arıyor. Kalk, kalk! Gidelim oğlum.”
“Sen git anacığım! Ben artık hep buralardayım… Biliyor musun şehirler basmadı beni bağrına, bu dağlar aldı beni kol- larına.
Ben artık bu dağlardan kopamam. Ben bu dağların nazlı maralıyım.
Benim baharım da yazım da bu dağlarda artık. Ben aradığı- mı bu dağlarda buldum. Bu dağlarda kabul oldu dualarım. Bu dağlarda dualar gibi yükseldi ümitlerim.
Mamak Mapusanesi’nde ne kadar da yalvarmıştım,
“Ey Sonsuzluğun Sahibi! Sana ulaşmak istiyorum!” diye. “Küçücük penceremi kapatıyorlardı da ben ‘durun kapatma-
yın penceremi, kapatmayın güneşimi, beton çok soğuk, üşüyo- rum’ diyordum.
Ama şimdi üşümüyorum anacığım. Yıllarca daracık hücrede güneşimi göstermediler bana, günlerce siyah bir bezle bağladılar gözümü, senin sıcaklığından ayrı kaldım yıllarca, ben o zaman üşüdüm anacığım. Şimdi senin sıcaklığın var içimde, içim huzur dolu, Sonsuzluğun Sahibi’ne gidiyorum.
Üzülmeyesin diye sana o zaman diyememiştim anacığım;
Mamak Mapusanesinde beni çırıl çıplak soyarak başlıyorlar- dı işkencelere.
Yirmi altı gün hiç gözüm açılmadan sorguda kaldım.
Kaç defa falakaların altında acıdan bayıldım. Başımdan ayaklarımdan cerahatler akıyordu. Derim defalarca kavladı.
O günlerde kimse bizi aramadı.
Ben ölümlerin arasından çıkıp gelmiştim sana anacığım. Hele bir gün;
Yine çırıl çıplak soydular; anladılar benim öyle daha çok işkence çektiğimi. Kalaslara kollarımı bağladılar, çarmıha gerip tavana astılar, altımdan sandalyeyi tekmeleyip havada sallandır- dılar; parmaklarımdan, uzuvlarımdan elektrik verdiler; bedenim ateşlerde yanarken ruhum Keş Dağları’nda tipiye tutulmuş gibi üşüyordu. Hayallerim üşüyordu. Ben o zaman üşüdüm anacı- ğım.
Şimdi bir coşku var içimde, bu gün kıpır kıpır içim. Uzak, çok uzak bir yerleri özlüyorum. Gözlerim parke parke taş du- varlarda değil artık. Gözlerim hazansız baharlarda. Bak güller yağıyor üzerime.
Çok özlediğim güller…
Davamın sembolü güller, gönlümün çiçeği güller.
Çok demiştim ‘bana güllerimi verin, güller anlar beni’ diye
ama bir türlü sevdamın sembolü güllerime kavuşamamıştım. Ben hep böyle bir gün de ölmeyi düşlemiştim anacığım. Mamak Mapushanesi’nin hücresinde geceler boyunca idam
edileceği günü bekleyen yiğit Halil’e;
‘Nasıl bir gecede ölmek istersin’ diye sormuştuk da, ‘Yağmurlu bir gecede’ demişti.
Bir Haziran gecesi Selçuk’la birlikte idam edildiğinde şakır
şakır yağmur yağıyordu.
Ben de o gün böyle bir ölümü arzulamıştım.
Siz peygamber çiçekleri toplarken ben, ülkemin bu karlı
dağlarına uzanmak istiyordum.
Hayalim gerçekleşti anacığım. Bak, melekler ellerinde billur
kaselerle dibimizdeki çeşmeden su veriyorlar, ben artık hiç susa- mayacağım anacığım!
Hiç…”
“Yavrum Muhsin’im! Sevdanı sana verdiler, Sivas’ı sana verdiler.Haydi! Gel, gidelim artık.”
“Geç kaldılar anacığım! Geç, çok geç…
Şimdi ben artık güvercinler ülkesindeyim. Burada ruhumu
dinlemek istiyorum. Ruhumu.
Hayat rüyamın billuru çatladı artık, gözlerimde öteler tül- leniyor.
Artık “ne hicranlı akşam, ne ağlayan hazan”, ben uzak çok uzak yerleri özlüyorum. Bak anacığım bak! Gök kapıları açılıyor, altın saçlı bahar beni çağırıyor.
Hafif bir rüzgar gibi süzülmek istiyorum, Sonsuzluğun Sahibine.
İçim de huzur dolu …
Bir zamanlar şevkle koştuğum bu sevdalı tepelerin ardında, ötelerin ağaran şafaklarını görüyorum.”
“Ey oğul! Yaşlı ananın yüreğine cüsseleri kadar acılar bıraktı bu karlı dağlar, anan nasıl dayanır bu acıya?”
“Anacığım sen bilmez misin yiğidin anasının derdi de, yüre- ği de büyük olur.
Hatırlıyor musun anacığım! Biz babamla güneşin bağrında tarlalarda ekin biçerdik. Ben onları kağnı ile harman yerine ta- şırdım.
Kağnının bağırtısından dağlar taşlar inlerdi. Kış geldiğinde, köyün çocuklarıyla, ellerimizde birer tezek ve odunla medreseye giderdik.
Sobayı yakar, duvarın dibine sıralanırdık. Ben her zaman sıranın en sonuna oturur, okuma sırası bana gelinceye kadar dersimi ezberlerdim. Ve hep yanlışsız okurdum da Bekir Hoca; “şuncaz çocuk biliyor, siz bilmiyorsunuz “derdi. Ben hep o gün- leri özledim anacığım.
O günlerimi…
Sonra sen, büyük şehirlere yolladın beni anacığım.Büyük şehirlere gittik ama bizi, birbirimize düşürdüler; kar- deşi kardeşe vurdurdular.
Dövüşmek istemedik ama bizi dövüştürdüler. Beş bin vatan evladı yok yere öldü. Kim, niçin ölüyordu? Neden öldürüyordu, hiç bilmiyorduk.
Koskoca Anadolu’ya sığmayan bizler, daracık hücrelere sığdık, dışarıda birbirimizi öldüren, yaralayan bizler içerde bir birimizin yaralarını sardık.
Ben, beni öldürmek isteyenlere bile yapılan işkencelere da- yanamadım.
Bir gün ‘Yeter artık hepimiz aynı vatanın evlatlarıyız, yetti be!’ diyerek isyan ettim.
Ah anacığım ah!
Beş bin ananın yüreğine kor düştü o zaman, benim de yü- reğim yandı anacığım.
Yüreğimin yangınlarıyla yürüdüm yarınları.
Onun için şimdi üşümüyorum anacığım, ben öyle yandım, öyle üşüdüm ki, artık yüreğimde ne yangına ne de soğuğa yer kalmadı.
Ha, bir de ben daha çocukken, köyde kar yağdığında elimde tahta sıyırgıyla damda biriken karları kürerdim.
Anacığım! Şu sıcak ellerinle üzerimdeki karları bir sıyırsa- na.
Son bir kere daha bakayım Anadolu gibi ışıldayan yüzüne. Ben gidiyorum anacığım, çok uzak bir yerlere gidiyorum. Bir coşku var içimde bu gün kıpır kıpır.
Huzur dolu içimde.
Zikre dalmış her şey.
Güne gülümsüyor papatyalar Bahara ulaşıyor ülkem. Bahara…‘Ey sonsuzluğun sahibi sana ulaşmak istiyorum.’
Sana…”

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.