HARUN TOKAK

Ey Sevgili!

Beyaz geceler ülkesindeyim.

Bu sevgililer gününde, yıllar önce burada tanıdığım o genç düştü hayalime.

Boylu poslu, saçları gece karası, yüzü dolgun bir dolunay…

Bakışları, karanlık bir odaya ansızın doluveren bir ışık…

Yaz sıcaklarında yıkanıyordu şehir.

Neva Nehri, berrak bir haziran güneşinde nazlı nazlı akıyordu.

Şehrin ruhu elimizden tutarak bize yol gösteriyordu ama yine de o genç, misafirperverliğin gereği yanımızdan hiç ayrılmıyordu.

Gün batımında Baltık Denizi’nin kıyısına götürdü bizi.

Sonsuz maviliğin kıyısında her bir kanepenin üzerinde bir birine

yaslanmış hüzünlü çiftler, denizin üzerinde

tüten sütlü buğuyu seyrediyordu.

Hiç bitmesini istemediğimiz güzel bir yaz rüyasındaydık.

Bir ara o soylu genç, sonsuz kızıl ufuklara bakarken Baltık Denizi kadar buğulu gözlerle seslendi Sevgilisine

“Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Bütün şiirlerde söylediğim sensin
Suna dedimse sen, Leyla dedimse sensin “

İçten, yanık bir ses yayılıverdi kızıl ufuklara. O haziran gecesi, mehtab yeryüzüne nurlarını dökerken, güneş de saat iki’lere kadar, guruba asılı kızıl bir kandil gibi öylece titredi durdu ufukta.

Tepeden tırnağa bir ateş parçası o gencin, Beyaz Geceler ülkesinin ‘Işık Süvarileri’nden olduğunu öğreniyorum.

Bir gönül ormanı yangınının ardından dünyanın dört bir yanına savrulan kıvılcımlar gibi her bir arkadaşı bir yere koşmuş; Mehlika Sultan’a aşık gençler gibi, bir kaç arkadaşıyla birlikte o gencin de kaderine Beyaz Geceler ülkesi düşmüş.

Aman Allah’ım! Tolstoyların, Puşkinlerin, Dostoyevskilerin ülkesinde; o ne coşkun o ne hasret dolu seslenişti, Sevgiliye.

Alemde ne varsa kendisinde nihan olan bir Sevgiliye sesleniyordu.

Öyle güzel bir Sevgili ki…

‘Yüzü hiç solmayan bir gül,

gözleri, gece karası sürmeli bir ahu, kaşlar gökteki hilal, dişleri bir inci…

O’nun kokusuna tutkundur yaşlısı genci.’

Güzellik ülkesinin sultanları kapısında birer dilenci…

Mecnun O’nu tanısaydı, Leyla için çöllere mi düşer,

Ferhat, Şirin için dağları mı deler, Kerem, Aslı için kendini mi yakardı?

Ay ışığının o Sevgilinin gül yüzüne vurduğu bir gecede, gözünü onda açan bir gül; “Vallahi bir aya baktım bir de onun yüzüne; yüzü aydan aydındı, güzeller güzeli Yusuf’u görünce bıçakları ellerine saplayan Mısırlı kadınlar, O’ nu görselerdi yüreklerine saplardı, “demekten kendini alamaz.

Geride bıraktığı şehirler; “Ey gecenin en karanlığında üzerimize doğan Süreyya Yıldızı! Bizi kime bırakıp gidiyorsun” diye seslenirdi ardından. Kavuştuğu kentlerin kadınları, çocukları yollara dökülerek; “Ey Sevgili! Ey mehtabımız! Sen nursun, sen Süreyya Yıldızısın” diye adına türküler söylerdi.

Bulutlar gölgelerdi güneşlerde gezinirken.

Geçtiği yollarda sade insanlar değil, ağaç, kurt-kuş selama durur; aram edeceği yerlere kumrular yuva yapar, elsiz ayaksız örümcekler, ‘kimseler onu görmesin’ diyerek ipekler dokur, kapısına perdeler asar; yılanlar bile; “söyle ey yer! Buraya uğrayacak mı?” diye yalvarırdı.

Bir gün darağacındaki bir aşığına; “Yerinde onun olmasını ister miydin?” diye sordular.

“Değil yerimde olmasını saba rüzgarının zülüflerini dağıtmasına bile razı olmam” dedi.

Yine bir gün eski yaşadığı şehirden gelenler O’nu esir almak ,

O’nu alıp götürmek, O’nu öldürmek istediler. O gün kadın erkek herkes onun etrafında etten kemikten kale kurdular. Ama yine de kılıçlar O Sevgiliye kadar uzandı. Ay yüzü al kanlara bulandı. Bir kılıç darbesiyle kırılan miğfer parçaları gül yanağına battı.

Bunu duyar duymaz şehirdeki kadınlar atlarına atlayıp savaş meydanına koştular.

Yol boyunca; “ben kocama, ben oğullarıma, ben babama O’na bir şey olursa sakın eve dönmeyin” diye tembih etmemiş miydim?” deyip durdu kadınlar.

Savaş alanına geldiklerinde durumun hiç de düşündükleri gibi olmadığını gördüler.

Kocalar, oğullar, babalar bir bir doğranmıştı. Bir el kalkarak kadınlardan birine; “İşte baban!” dedi. Babası kızgın kumların üzerinde kanlar içinde yatmaktaydı. Dönüp bakmadı bile.

“Benim Sevgilim nerede? Bana onu gösterin” dedi.

Az sonra “İşte oğulların!” dediler. İki yavrusu da iki dal gibi doğranmış, kanlar içerisinde yatmaktaydı.

Kadın yine; “O, nerede? Bana onu gösterin” dedi.

Biraz sonra; “İşte kocan!” dediler. Kocası da kütükteki et gibi doğranmış kızgın kumlar üstünde öylece yatmaktaydı.

Kadın yine; ” Sevgilim nerede? Bana onu gösterin” dedi. Nihayet bir hendeğin kıyısında Sevgilisini gördü. Gül yanağından kanlar akmakta, birkaç sevdalısı, biraz sonra kül olup yanacaklarını bile bile, ışığın etrafında dönen pervaneler gibi etrafında dönüp durmaktaydı.

Kadın atından inerek Sevgilisinin yanına kadar gitti ve elbisesinin eteklerinden tutarak, zamana ve mekana; “dur beni dinle dercesine seslendi;

“Ey Sevgili! Değil mi sen sağsın, bütün musibetler bana hafif gelir. Yıldızlar tesbih taneleri gibi bela yağdırsa, yer yarılıp yutsa, gökler üzerime çökse aldırmam, artık.”

İşte sevgi…

İşte sevgide sonsuzlaşma…

“Sevgisi, bir devre bir mekâna mahsus değildir O’nun. Her devirde, her yerde herkesin gönlünde tek varlık incisidir. Firûze kubbeler üzerinde bir gül gibi elden ele gezip duran, hiç solmayan bir güldür O.”

Bütün bir insanlığı kalbinde taşıyan O Sevgiliye, kağıt

tutuşur diyerekten mektup yazmaya korkar aşıkları.

Her devirde onun hasretiyle yanıp tutuşan, sevgisi önünde diz çöken, boyun büken, avuç açan, “belki bu gece gelir” diyerek kirpikleri uyku nedir bilmeyen; “gözyaşına gelirmiş” diyerek geceler boyunca kanlı gözyaşı döken; “yanan kalbe gelirmiş” diyerek yüreğini onun ateşiyle tutuşturan, O’na tutkun O’na vurgun o kadar sevdalısı vardır ki…

Ufuklar, her akşam onların hasretiyle gül bahçeleri gibi yanar.

Her daim aşıkları O’nun için yollardadır.

Aylardır gece gündüz çöllerde yürüyen, yalnız gecelerde derdini yıldızlara döken Seylanlı bir sevdalısı;

” Ey Sevgili! Şu halime bak!

Nasıl ki gün kızınca bağrı yanar sahranın

Benimde ruhumu yaktıkça yaktı hicranın…” diye inler Necid Çöllerinden.

Hasret ateşinde yanan bir başka aşığı da;

Susuz kalsam yanan çöllerde can versem elem duymam

Yanar dağlar yanar bağrımda, ummanlardan nem duymam” diye dile getirir hicranını.

Işığını gecenin olduğu her yere taşısınlar diyerek, Işık

Süvarileri’ni dünyanın dört bir yanına salan, asrımızdaki bir mecnun da;

“Mecnun gibi arkanda koşan kulun olayım,bir kor saç içime ocaklar gibi yanayım” diye inler…

Sular başını taştan taşa vurarak ona koşar, onun hicranıyla sarı saçlarını yolar sonbahar, onun gözlerinde dirilir çiçek çiçek bahar.

O’nun güzelliğinin ışıltısında dinlenir şehirler.

O Sevgiliden aldığı şevkle coşar ırmaklar, nehirler.

****

Bu gün yine Beyaz Geceler ülkesindeyim.

Yine o genç düştü hayalime; Yıllar önce buradan, bu beyaz geceler ülkesinden

Bu gün yine Beyaz Geceler ülkesindeyim.

Yine o genç düştü hayalime; Yıllar önce buradan, bu beyaz geceler ülkesinden;

“Sevgili!
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünüm benim
Bütün şiirlerde söylediğim sensin
Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin “ diye buğulu gözlerle Baltık Denizi kıyılarından sonsuz kızıl ufuklara bakarak Sevgilisine seslenen o soylu genç…

Sahi, binlerce arkadaşı gibi ömrünün en güzel, en alımlı

günlerini gurbet ellerde geçiren, o genç şimdi nerededir?

Sevgilisinin saçlarından tutuşturduğu yürek kandiliyle nerede, hangi gecelerde yol alıyordur?

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.