Ey kervancı! Çek kervanı sevgilinin köyüne
Sarışın sonbahar günleri geride kalıyor.
Kış kapımızda…
Son baharın bu son günlerinde; üzerlerinde beyaz elbiseleriyle insanlar sevgilinin köyüne koşuyorlar.
Yakınları yaşlı gözlerle el sallarken arkalarından onlar beyaz güvercinler gibi kanatlanıyorlar ışığın göründüğü ufuklara …
Kalbinde karar kalmayan yorgun yolcular; “Ey kervancı! Çek kervanı sevgilini köyüne” diyerek, yollara düşüyorlar.
Uçaklar havalanıyor,otobüsler yollara düşüyor…
Benimse, Ka’be’nin yalnız yılları düşüyor hayalime.
Ka’be’nin yalnız yılları…
* * *
Bir sonsuz çöl…
Güneş, gökte ateşten bir darağacı…
Kımıltılarıyla küçük haşereleri andıran kumlar bile ağzını açmış su dileniyor.
Çöl yandıkça yanıyor.
Çölün ortasında siyah küçük bir karaltı…
Yalnız, yapayalnız bir çocuk …
Bir başına…
Yalnızlığın heykelini yontuyor.
Yalnızlık, her an bir anıt gibi yükseliyor çölde.
Çocuk ağlıyor, debeleniyor.
Su diye inliyor.
Çölde atın üstünde bir adam uzaklaşıyor…
Bir kadın adamın arkasından bağırıyor.
“Nereye gidiyorsun İbrahiiim!”
Ses kayboluyor çölün buğusunda.
Ses kayboluyor çölün sonsuzluğunda.
Ses karışıyor çölün uğultusuna.
Kadın bağırıyor,bağırıyor.
Atın üstündeki adam ardına bakmaksızın uzaklaşıyor…
“Bizi bu ıssız yerlere bırakmanı Allah mı emretti?
“Evet.”
“Öyleyse o bizi korur.”
Atın üstündeki adam, ateşlerde yürüyen peygamberdir.
Yanan bir çölün ortasında, oğlunu ve hanımını bırakmanın ateşi yakar bağrını;
“Ey Rabbimiz! Ailemden bir kısmını senin hürmetli evinin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Namazlarını evinin yanında dosdoğru kılsınlar diye. Ey Rabbimiz! Sen de insanlardan mü’min olanların gönüllerini onlara meylettir…”
Onun imtihanı hep ateşlerde yanmaktır.
Bu defaki Nemrut’un ateşinden de yakıcıdır. Rabbinden ısrarla istediği biricik oğlu İsmail’i ve annesini bir ateş çölünün ortasına atmıştır.
Üstelik onlara bir açıklama bile yapamamıştır.
Nemrut’un, gökleri delen alev dalgalarının arasına düşerken gülistan olan gönlü, bu defa alev alev yanmaktadır.
En sevdiği ile imtihan olmak; ateşten bir gömlektir.
Hz İbrahim, sırtına o gömleği giymiştir.
Hz. Yakub’un sırtına zorla geçirilen gömlek; O’na kendi elleriyle giydirilmiştir..
Nemrut’un ateşine mancınıkla atıldığı halde, İsmail’in ateşine kendi rızasıyla atlamıştır.
Çölde çaresiz bir kadın…
Yavrusu yanmaktadır.
Bir damla su…
Bir damla rahmet…
Hz İsmail… Bir damla rahmete muhtaçtır.
Aslında, kıyamete kadar gelecek bütün insanlığın muhtaç olduğu “Alemlere Rahmet” de o bir damlada saklıdır
Bir tepeden diğerine koşar…
Merve’den Safa’ya, Safa’dan Merve’ye yedi kez uçar umudunun yorgun kanatlarıyla
Elini gözüne siper edip uzaklara bakar.
Kuşların inip kalktığı bir su birikintisi var mı, diye.
Çöl yanıyordu…
Kuşlar bile uçmazdı bu ateş yurdunda…
O, bir çöl kekliği gibi uçuyordu.
Durmadan çırpınıyor, durmadan kanat çırpıyordu.
Su… Bir damla su…
.
Hz. Hacer’in, çöldeki gülü yanmamalıydı. O yanarsa insanlık yanardı.
O bir gül değildi, gülşendi.
İçinde Güllerin Efendisi’ni (sav) saklayan bir gülistandı…
Hz. Hacer çaresizdi…
Bitkindi…
Tepeden tepeye uçmaktan, uzaklara bakmaktan umut kanatları yorulmuştu.
Oğlunun yanına geldi.
İsmail’i gidiyordu.
Bir damla suya hasret gidiyordu.
O bir anaydı.
Çaresiz bir ana.
Elinden geleni yapmış, sebepler sukut etmişti.
Gökte bulutlar çoktan çekilip gitmişti, gönülde de umut pınarları çekilmek üzereydi.
Şimdi darda kalmıştı.
Sadece ellerini değil, yüreğini de açtı Yaradan’a.
Yavrusunun gözyaşlarını biriktirdiği yüreğinin, yangınıyla yalvardı Rabb’ine.
” Ey bu yerlerin sahibi Allah’ım! Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bize acı, bize merhamet et. Ey dar da kalanların imdadına yetişen Rabbim!…”
Çölün yanan bağrından,
Bir ananın yangın yeri yüreğinden,
Cennet’in gülşeninden bir su fışkırdı,
Zemzem…
Çöl suya kavuştu…
Önce kuşlar suya doğru uçtu…
Sonra insanlar koştu…
Çöldeki yalnız çocuğun ve anasının etrafı şenlendi…
İsmail büyümüştü.
İsmail serpilmişti.
Öyle güzel, öyle sevimliydi…
Bir gün babası çıkıp geldi İsmail’in.
Arşın tam altına…
Meleklerin ibadet ettiği mukaddes mabedin izdüşümüne…
Gökteki Allah’ın evinin tam altına;
Allah’ın yeryüzündeki evini inşa ettiler.
Yukarda, gökteki melekler dönerken, aşağıda da yerdeki melekler dönsün diye.
İnsanlar bölük bölük gelsin, bu ıssız yerler şenlensin diye.
Ka’be tamamlanınca Âlemlerin Rabbi;
” Ey İbrahim! İnsanları çağır gelsinler.”
“Ya Rabbi! Sesimi duyarlar mı?”
Hz. Hacer’in çöldeki sesini duyan bu yerlerin sahibi, Hz İbrahim’in de davetini dünyanın dört bir yanına duyurdu.
Aşk ateşiyle yananlar,
O güzel yerler gözlerinde tütenler,
Kirpiklerini yummadan sabahı edenler,
Namazı, Rasulullah’ın(sav) yanında kılmak, ezanı Hazreti Bilal’in sesinden işitmek, isteyenler,
Hira-Nur Dağın’ın zirveleride meleğin sesini duymak Ka’be’ye yüz sürmek isteyenler
dünden bu güne hep yollarda…
O gün bu gün;
“Ka’be’nin yolları bölük bölük”
Yolcular,geceleri karanlık bastırınca; yüreklerinden çıkan aşk ateşinin kıvılcımlarında yol aldılar.
Develer yorgunluktan durduğunda, yolcular sevdasından duramadılar.
Gece -gündüz hep yürüdüler.
Kendince bir yol bulabilen herkes düştü yollara…
O yolları, yorgun develerle geçenler de oldu, yalınayak yürüyenler de…
Bu günlerde; Sarı Molla gibi;
“Ey sarban zimamı çek semt-i kuy-u yare
Virane dilde zira, yer kalmadı karare”
diyenler, yine yollarda…
Üzerlerinde beyaz elbiseleri… Mahşere koşar gibi koşuyorlar.
Yakınları yaşlı gözlerle el sallarken arkalarından; onlar beyaz güvercinler gibi kanatlanıyorlar ışığın göründüğü ufuklara …
Kalbinde karar kalmayan yorgun yolcular; “Ey kervancı! Çek kervanı sevgilini köyüne” diyerek, yollara dökülüyor.
Uçaklar havalanıyor, otobüsler yollara düşüyor…
Benimse Ka’be’nin yalnız yılları düşüyor hayalime.
Güllerin Efendisi’nin (sav), yalnız namaz kıldığı, duvarına başını koyup bir başına ağladığı, Rabb’ine yalnız yalvardığı yıllar…
O günleri, sonraları talihliler arasına girecek olan Afif el-Kindi anlatıyor;
“Bir gün çocuklarıma elbiselik almak için Mekke’ye gelmiştim.
Peygamberimizin amcası Abbas’la birlikte Ka’be’nin yanında oturuyorduk.
Güneş bir hayli yükselmişti.
Ay yüzlü olgun bir delikanlı çıka geldi.
Önce şöyle bir gökyüzüne baktı.
Sonra Ka’be’ye doğru yöneldi.
Sonra bir çocuk geldi, sağ yanına durdu. Az sonra bir kadın geldi o da arkalarına durdu.
Olgun genç eğildi, arkadakiler de eğildi, o, doğruldu onlar da doğruldu, o secdeye gitti onlar da gitti.
Ben, “Abbas! Vallahi ben büyük bir iş, şaşılacak bir şey görüyorum,” dedim.
“Evet! Bu büyük bir iş, onların kim olduğunu biliyor musun?”
“Hayır.”
“O, olgun insan Hz. Muhammed (sav), yeğenim olur. Küçük çocuk Ali, kardeşim Ebu Talib’in oğlu. Kadın da Hz. Hatice. Vallahi ben yeryüzünde bu dinden olan bu üç kişiden başka bilmiyorum.”
Üç kişi…
O günler öyleydi…
Ka’be’nin yalnız yıllarıydı…
Yalnız yılları…